Mary adında parlak bir nörolog düşünün. Mary siyah-beyaz bir odada yaşıyor, sadece siyah-beyaz kitapları okuyor ve monitörü sadece siyah-beyaz gösteriyor. Kendisi renkleri daha önce hiç görmemiş olmasına rağmen, Mary renk görüş uzmanı; renk fizyolojisi ve biyolojisi ile alakalı keşfedilen her bilgiden haberdar. Farklı ışık dalga boylarının, retinadaki üç farklı koni hücrelerini ne şekilde uyardıklarını ve elektrik sinyallerin göz sinirlerinden beyne nasıl iletildiklerini biliyor. Orada, insanların algılayabileceği milyonlarca renge tekabül eden sinirsel hareket örüntüsü oluştururlar. Bir gün, Mary’nin bilgisayarının bozulup elmayı renkli gösterdiğini düşünün. Hayatında ilk defa, yıllardır bildiği bir şeyi deneyim edinme imkânı buluyor. Yeni bir şey öğrendi mi? Renk üzerine edindiği fizik bilgisi, rengi algılamasında yeterli olmaz mı? Filozof Frank Jackson, Mary’nin odası isimli bu düşünce deneyini 1982’de ortaya attı. Jackson, Mary renk fizyolojisine tamamen hâkim olsa da, ilk defa rengi görmesinin ona yeni bilgiler kattığını ve algı gibi bilinçsel öğrenimin, tamamen fizik bilgisi ile kapanmayacağını öne sürdü. Bu düşünce deneyi, filozofların sadece bilinçli deneyim ile elde edilebilecek soyut varlıklar ve bilgilerin var olduğunu öne süren bilgi argümanı ile örtüşüyor. Bilgi argümanı, ruh hali dâhil her şeyin fiziksel bir açıklaması olduğunu öne süren fizikalizm teorisi ile ters düşüyor. Mary’nin hikâyesini duyan çoğu insan, sezgisel olarak birebir görmenin edinilen bilgiden tamamen farklı olacağını savunuyor. Bu sebeple, renklerin fiziksel tanımdan ötede bir varlığı olmalı. Bilgi argümanı sadece rengi görmek ile alakalı değil. Mary’nin odası, renk görmeyi bilinçli deneyimi betimlemek için kullanır. Fiziksel bilim renk görüşünü tamamen açıklayamıyorsa, diğer bilinçli deneyimlerimiz de aynı şekilde havada kalır. Mesela, birinin beyninin işlev ve yapısı hakkındaki bütün fiziksel detayı öğrenebiliriz, fakat yine de o insan gibi olmanın ne anlama geldiğini kavrayamayız. Bu betimlenemeyen deneyimler qualia denilen özelliklere sahip, yani tam olarak ölçülüp tarif edilemeyecek kişisel duyumlar. Qualia’lar, deneyimleyen kişiye özgüdür, kaşınmak, âşık olmak veya sıkılmak gibi. Fiziksel kanıtlar bu ruh hâllerini tam olarak açıklayamaz. Yapay zekâ filozofları, fiziksel bir durumu tekrar oluşturmanın kişide illa aynı hisleri uyandırmayacağını teorileştirme adına bilgi argümanını kullandılar. Diğer bir deyişle, insan beynindeki her bir nöronu taklit eden bir bilgisayar yaratmak, bilinçli, bilgisayarlaştırılmış bir beyin yaratmak demek değildir. Mary’nin odası deneyini bütün filozoflar faydalı bulmuyorlar. Kimisi, renk görüşü üzerine edinilen kapsamlı bilginin, rengi bizzat görerek oluşan aynı ruh hâlini yaratmasına olanak sağladığı kanısında. Ekran arızası ona yeni bir şey öğretmiyor. Kimisiyse bilgisinin, yazılı fizik bilgisine dayandığı için, en başında eksik olduğunu belirtir. Jackson düşünce deneyini öne sürmesinden yıllar sonra, kendi fikrini değiştirdi. Mary’nin kırmızı rengi görmesi bile, beyninde birçok fiziksel tepkimeye yol açar ve bu yüzden bilinemeyen hiçbir qualia fiziksel olarak açıklanamaz değildir. Mary’nin elmayı gördüğünde yeni bir şey öğrenip öğrenmeyeceği sorusuna hâlâ kesin bir cevap yok. Deneyimlemediğimiz bir şey için öğrenme limitimizin olduğu söylenebilir mi? Ve bu, evrende algı sınırımız dışına çıkan meçhul şeyler olduğunu mu gösterir? Yoksa bilim ve felsefe zihnimizin sınırlarını aşmamıza olanak sağlar mı?