Sizde de bunlardan bir tane var mı? Ben benimkine biraz kafayı taktım da. Aslında tüm eşyalarıma biraz kafayı taktım. Satın aldığımız tüm bu eşyalar nereden geldiğini hiç merak ettiniz mi? Ve onları çöpe attığımızda nereye gittiklerini? Bu soruları düşünmekten bir türlü kendimi alamadım. Ve cevap bulmak için bir araştırma yaptım. Kitaplarda yazdığına göre eşyalar, bir sistem içersinde sürekli ilerliyor. Doğadan temin... Üretim... Dağıtım... Tüketim... Bertaraf... adımlarını izleyen bir sistem. Tüm bu sisteme malzeme ekonomisi deniyor. Ben de konuyu biraz daha detaylı inceledim. Aslına bakarsanız 10 yıl boyunca dünyayı dolaştım. Eşyalarımızın nereden gelip nereye gittiğinin izini sürdüm. Ve ne keşfettim biliyor musunuz? Hikayenin bu kadar da basit olmadığını... Anlatılan bu sistemde birçok eksikler bulunuyor. İlk olarak, sistem gayet iyiymiş gibi görünüyor. "Sorun yok!" Ama gerçek şu ki bu sistem tam bir çıkmazda. Ve çıkmazda olmasının sebebi, bu sistem doğrusal ve tek yönlü iken... ...gezenimizin kaynaklarının sınırlı olması. Ve sınırlı kaynakları olan bir gezegende, tek yönlü bir sistemi sonsuza de sürdüremezsiniz. Sürecin her bir adımında bu sistem, gerçek dünya ile etkileşime geçiyor. Gerçek hayatta işler, buradaki gibi beyaz bir sayfada yürümüyor tabi... Sistem; toplumlar, kültürler, ekonomiler ve çevre ile etkileşime giriyor. Ve sürecin her adımında, sınırları zorluyor. Bu limitleri bu resimde göremiyoruz. Çünkü bu çizimde eksikler var! Haydi o zaman en baştan başlayalım, ve boşlukları doldurarak buradaki eksikleri görelim Eksik olan en önemli şeylerden biri insanlar, evet insanlar. Bu sistemin her bir parçasında insanlar yaşıyorlar ve çalışıyorlar. Ve bu sistemdeki insanlardan bazıları diğerlerine nazaran daha önemliler; bazıları sözü daha çok geçen insanlar. Peki kim bunlar? İlk olarak hükümetle başlayalım. Arkadaşlarım bana hükümeti bir tank ile sembolize etmemi söylediler ve bir çok ülke için bu doğru bir sembol. Ve gittikçe bizim ülkemiz de aynı hale geliyor. Sonuçta ödediğimiz federal verigilerin %50'sinden fazlası orduya gidiyor, Ama ben yine de hükümeti bir insan kullanarak sembolize edeceğim çünkü hükümetlerin; insanlardan oluşması, insanların yanında olması ve insanlar var için olması şeklindeki gerçek vizyon ve değerlerine sadık kalacağım. Bizleri koruyup kollamak, bizlere iyi bakmak hükümetlerin işi. Zaten onların işi bu! Ardından özel şirketler geliyor. Bu çizimde özel şirket sembolünü hükümetten daha büyük görmenizin sebebi özel şirketlerin gerçekte de hükümetten daha büyük olması. Şu anda dünyadaki en büyük 100 ekonominin 51 tanesi özel şirketlerden oluşuyor. Özel şirketlerin kapasite ve güç bakımından büyümesi hükümeti de biraz değiştirdi. Artık hükümet; işlerin, biz varandaşlardan çıkarlarından önce özel şirketlerin çıkarlarına uygun şekilde yürümesine daha fazla özen gösteriyor. Peki, şimdi bu resimde başka ne eksik var bakalım. "Doğadan temin" adımıyla başlayalım. Bu aslında doğal kaynakları sömürmek anlamına gelen süslü bir ifade veya gezegeni çöplüğe çevirmek anlamına gelen süslü bir ifade. Bu adımda şu oluyor; ağaçları kesiyoruz, dağları dinamitleyip toprak altındaki metalleri alıyoruz, tüm suyu tüketiyoruz ve hayvanları yeryüzünden silip yok ediyoruz. Yani haddimizi ilk olarak bu adımda aşıyoruz. Kaynaklarımız tükeniyor, Çok fazla "eşya" kullanıyoruz. Biliyorum şimdi bunu işitmek zor gelebilir, ama bir şeyler yapmamız gerekiyor. Yalnızca geçen 30 yıl içinde, gezegendeki doğan kaynakların 3'te 1'i tüketildi... Yok oldu! Ağaçları kesiyoruz, madenleri çıkarıyoruz, her şeyi topluyoruz ve hızla çevreyi çöplüğe çeviriyoruz. ve bu gezegenin insanlar için yaşanabilir bir yer olma özelliğini baltalıyoruz ABD'de, benim yaşadığım yerde, doğal ormanlarımızdan geriye yalnızca %4'ü kaldı Akarsularımızın %40'ı içme suyu olarak kullanılamaz hale geldi. Ve bizim sorunumuz yalnızca çok fazla eşyaya sahip olmamız değil, aynı zamanda payımıza düşenden fazlasına sahip olmamız. Dünya nüfusunun %5'ine sahibiz, ama dünyadaki kaynakların %30'unu kullanıyoruz ve dünyadaki atıkların %30'un üretiyoruz. Eğer herkes ABD kadar tüketseydi, 3 ila 5 gezegene ihtiyacımız olurdu. Ama malesef yalnızca 1 gezegenimiz var. Ve benim ülkemin bu kısıtlılığa tepkisi, gidip başkalarının hakkını yemek oluyor! Bunlar 3. dünya ülkeleri, bazılarına göre ise, bir şekilde başkalarına ait olan ama bizim mallarımızın bulunduğu topraklar. Yani bu neye benziyor? Yine aynı şey: Çevrenin çöplüğe çevrilmesi. Şu anda dünya balık avlanma alanlarının %75''i kullanılmış veya kapasitesi aşılmış durumda Gezegendeki orijinal ormanların %80'i artık yok. Yalnızca Amazon ormanında, dakikada 2000 ağaç kaybediyoruz. Bu, dakikada 7 futbol sahasına denk geliyor. Peki ya buralarda yaşayan insanlar? Bu arkadaşlara göre, bu insanlar nesillerdir bu topraklarda yaşamalarına rağmen bu kaynakların sahibi değiller. Onlar varlık sahibi değiller ve çok alışveriş yapmıyorlar. Ve malesef bu sistemde, varlık sahibi değilseniz veya çok alışveriş yapmıyorsanız, bir değeriniz yok demektir. Daha sonra hammaddeler "Üretim" adımına gidiyor ve orada enerji kullanarak doğal kaynakların içine zehirli kimyasallar ekliyor ve zehirli kimyasal içerikli ürünler üretiyoruz. Günümüzde ticrai kullanımda olan yapay kimyasal sayısı 100,000'den fazla. Bunlardan çok azı sağlık üzerindeki etkileri açısından test edilmiş durumda ve bunlardan HİÇBİRİ kimyasal etkileşiminin sağlığa etkisi açısından test edilmedi, yani bir kimyasal her gün maruz kaldığımız diğer kimyasallar ile birleşince oluşan etki açısından. Yani, bu zehirli kimyasalların sağlık ve doğa üzerindeki tam etkisinin ne olduğunu bilmiyoruz. Ama tek bir şey biliyoruz: Zehir giren yerden, Zehir çıkar. Endüstriyel üretim sistemlerimizde zehirli kimyasallar kullanmaya devam ettiğimiz sürece, zehirli kimyasalları satın aldığımız ürünlerle birlikte evlerimize, ofislerimize, okullarımıza ve hatta bedenlerimize almaya devam edeceğiz. Mesela BFR'ler, bromlu alevlenme geciktiriciler. Mazlemelerin yanıcılığını azaltan bir kimyasal ama yüksek derecede zehirli bir kimyasal. Bunlar nörotoksinler yani beyin ve sinir sistemini etkileyen zehirler. Peki böylesi bir kimyasalı ne diye kullanıyoruz? Ve bunu bilgisayarlara, beyaz eşyalara, koltuklara, şiltelere ve hatta bazı yastıklara bile koyuyoruz. Yani aslında, yastılklarımızı tutup bir nörotoksinin içine daldırıyoruz sonra bunları eve getirip her gece uyurken 8 saat boyunca kafamızı üzerlerine koyuyoruz. Bilemiyorum ama... Bence bu kadar potansiyeli olan bu ülkede, geceleri uyurken kafalarımızın alev almasını önlemek için daha iyi bir yöntem bulabiliriz. Şimdi bu zehirli kimyasallar besin zincirinde birikiyor ve vücutlarımıza karışıyor. Besin zincirinin en üstünde bulunan ve bir çok zehirli kimyasalı en yüksek düzeyde... içeren besin nedir biliyor musunuz? Anne sütü. Yani artık öyle bir noktaya geldik ki toplumun en küçük bireyleri, yani bebeklerimiz, ömürlerinin en yüksek dozlu zehirli kimyasalını annelerinden emdikleri sütle alıyorlar. Bu büyük bir hak ihlali değil mi? Anne sütü, insanlık için en temel beslenme şekli olmak zorunda. Emzirme kutsal ve güvenilir olmalı. Şu anda bile emzirme en iyi besleme yöntemi ve anneler mutlaka emzirmeye devam etmeli ama anne sütünü korumalıyız. Onlar(!) anne sütünü korumalı. Onların bizi koruyup kolladığınız sanıyordum. Ve tabii ki, bu zehirli kimyasallardan en fazla etkilenen insalar çoğunluğu doğurganlık çağında olan kadın fabrika işçileri. Bu işçiler, doğurganlığa zararlı kimyasallar, kanserojenler, vs. ile iç içe çalışıyorlar. Şimdi size soruyorum, Doğurganlık çağında olan hangi kadın, başka bir seçeneği kalmadığı sürece, üreme sistemine zararlı kimyasallara... maruz kaldığı bir işte çalışmak ister? Ve bu da sistemin güzelliklerinden biri mi yani? Burada oluşan çevresel ve ekonomik sorunlar sürekli olarak başka bir seçeneği kalmayan insanlar üretiyor. Dünya genelinde her gün 200,000 insan nesillerdir yaşadıkları yurtlarını terk edip çoğu da varoşlara yerleşmek üzere şehirlere göç ediyorlar ve ne kadar zehirli kimyasala maruz kalacaklarına bakmaksızın iş arıyorlar. Yani gördüğünüz gibi bu sistemde yalnızca doğal kaynaklar tükenmiyor, insanlar da tükeniyor. Tüm toplumlar tükeniyor. Evet, zehirli atıklar giriyor, zehirli atıklar çıkıyor. Bir çok zehirli kimyasal, üretilen ürünlerin içinde fabrikalardan çıkarken çok daha fazlası yan ürünler veya çevre kirliliği şeklinde çıkıyor. Ve bu gerçekten büyük bir kirlilik. ABD'de, bizim sanayimiz, yılda 1.8 milyar ton zehirli kimyasal atık ürettiğini itiraf ediyor ve bu yalnızca itiraf ettikleri rakam olduğuna göre gerçek atık miktarı çok daha fazla olmalı. Ve bu da başka bir limit. Yani iğrenç, Her sene 1.8 milyar ton kimyasal atığı kim görmek ister? Peki bu konuda onlar ne yapıyor? Kirlilik üreten fabrikaları uzaklara taşıyıp başkalarının topraklarını kirletiyorlar! Ama, rüzgarlarla taşınan büyük bir hava kirliliği dönüp tekrar bize buluyor. Peki, bütün bu doğal kaynaklar ürünlere dönüştükten sonra ne oluyor? Dağıtım için buraya geliyorlar. Dağıtım, "zehirli kimyasal içeren ürünlerin en kısa zamanda satılıp elden çıkarılması" anlamına geliyor. Buradaki amaç; fiyatları düşük tutmak, insanların sürekli satın almasını sağlamak, giden malların yerine yenisini koymak. Fiyatları nasıl düşük tutuyorlar? Mağaza çalışanlarına düşük maaşlar veriyorlar ve her fırsatta sağlık sigortalarından kısıyorlar. Amaç, üretim maliyetlerini haricileştirmek. Yani, ürünleri üretmek için gereken gerçek masrafları ürün fiyatına yansıtmamak. Başka bir deyişle, satın aldığımız ürünlerin gerçek bedelini biz ödemiyoruz. Geçen gün bu konu hakkında düşünüyordum. Yürüyerek işe gidiyordum ve haberleri dinlemek istedim, bir radyo satın almak için bir Radio Shack mağazasına girdim. 4 dolar 99 sente satılan bu tatlı küçük ve yeşil radyoyu buldum. Ödemeyi yapmak için sırada beklerken düşündüm 4.99 dolar, bu radyonun imalatından benim elime geçinceye kadarki süreçte oluşan tüm maliyetleri karşılayabilir? Metal muhtmelen Güney Afrika madenlerinden çıkarıldı, petrol muhtemelen Irak'da sondajlandı, plastikler muhtemelen Çin'de üretildi, ve tüm bu malzemeler belki de Meksika'da bir fabrikada 15 yaşında bir işçi tarafından birleştirildi. 4.99 dolar, ben onu alana kadar mağaza rafında beklerken işgal ettiği alanının kirasına bile yetmezken bu radyoyu seçmeme yardım eden mağaza çalışanının maaşını, veya onu okyanuslar arasında taşyan gemilerin, yollarda taşıyan kamyonların maliyetini nasıl karşılasın? Radyonun gerçek bedelini ödemediğimin farkına işte böyle vardım. Peki kim ödüyordu bu bedeli? Bu insanlar, sahip oldukları doğal kaynakları kaybederek ödüyorlar. Bu insanlar kaybettikleri temiz hava ve artan astım ve kanser oranlarıyla ödüyorlar. Kongo'daki çocuklar gelecekleriyle ödedi. Kongo genelindeki çocukların %30'u, bizim ucuz ve kullan-at elektronik cihazlarımız için gerekli bir metal olan "Koltan" madenlerinde çalışmak için okullarını bırakmak zorunda kaldı. Bu insanlar kendi sağlık sigorta masraflarını üstlenmek zorunda kalarak ödediler. Tüm bu sistem boyunca insanlar benim bu radyoyu 4.99 dolara alabilmem için gereken masrafı sırtladılar. Ve sırtlanan bu masrafların hiç birinin herhangi bir muhasebe defterinde kaydı tutulmuyor. Şirket sahiplerinin gerçek üretim maliyetlerini haricileştirmesinden kast ettiğim işte bu. Ve bu da bizi tüketimin "Altın Ok"una getiriyor. Burası sistemin kalbi, sistemi çalıştıran motor. Bu "OK" o kadar önemli ki onun korunması bu arkadaşlar için de birinci önceliğe sahip. Bu yüzden, 11 Eylül olayından sonra, tüm ülkemiz şoktayken Başkan Bush; üzülmek, dua etmek, umut etmek gibi bir çok uygun öneride bulunabilecekken, Ama öyle yapmadı. O, insanlara alışveriş yapmalarını söyledi. ALIŞVERİŞ?! Tüketicilerden oluşan bir millet haline geldik. Tüketitici olmak, birincil kimliğimiz oldu, anne, öğretmen, çiftçi değil tüketici olmak. Ne kadar değerli olduğumuzun birincil ölçütü ve göstergesi, bu "Ok"a yaptığımız katkının miktarı ve tüketim miktarımız. Ve tüketiyoruz da! Alışveriş yapıyoruz, alışveriş yapıyoruz, alışveriş yapıyoruz. Malzeme akışı sağlıyoruz. Ve malzemeler akıp gidiyor! Tahmin edin, Kuzey Amerika'da sisteme giren malzemelerin satıştan 6 ay sora yüzde kaçı sistemde hala ürün olarak kullanımda kalmaya devam ediyor? Yüzde elli? Yirmi? HAYIR. Yüzde bir. BİR! Başka bir deyişle; toprakta yetiştirdiğimiz, madenlerden çıkardığımız, üretip nakliyesini yaptığımız malların %99'u, bu sistemden geçen eşyaların %99'u 6 ay içinde çöplük oluyor. Bu seviyede malzeme çıktısı üretirken gezegenin sürekliliğini nasıl sağlarız? Bu düzen hep böyle değildi. Ortalama bir Amerikalının şu anki tüketim miktarı 50 yıl öncesinin iki katı. Büyükannenize sorun. Onların zamanında idareli ve tutumlu olmak değerli davranışlardı. Peki, nasıl bu hale geldik? Tabi ki herşey bir anda olmadı. Bu durum özellikle tasarlandı. 2. Dünya Savaşından hemen sonra, bu adamlar ekonomiyi yükselişe geçirmenin bir yolunu buldular. Perakende analisti Victor Lebow, tüm sistem için bir standart haline gelen çözümü açıkça ortaya koydu. Dedi ki: "Aşırı üretken ekonomimiz, tüketimi yaşam biçimimiz haline getirmemizi, yeni eşyalar satın alıp kullanmayı ritüeller haline getirmemizi, ruhsal ve ego tatminimizi tüketimde aramamızı gerekitiriyor. Sürekli artan bir hızla eşyaları tüketmeli, yakmalı ve yerlerine yenilerini koyarak eskileri atmalıyız." Başkan Eisenhower'ın İktisadi Danışmanlar Konseyi Başkanı dedi ki: "Amerikan ekonomisinin nihai amacı daha fazla tüketim malları üretmektir." DAHA FAZLA TÜKETİM MALLARI? Bizim nihai amacımız? Sağlık hizmeti veya eğitim veya güvenli ulaşım veya sürdürülebilirlik veya adalet sağlamak değil? Tüketim malları? Bizim bu programa, böyle heveslice balıklama atlamamızı nasıl sağladılar? En etkili iki stratejileri planlı eskime ve algısal eskime. Planlı eskimenin diğer anlamı "çöp olmak için yapılan tasarım". Yani aslında ürünleri, en kısa sürede işe yaramaz hale gelecek şekilde yapıyorlar ki biz de onu atalım ve gidip yenisini alalım. Plastik poşetlerden ve kahve bardaklarından bunu açıkça görebiliyoruz ama şimdi çok daha fazlasI var: paspaslar, DVD'ler, kameralar, barbeküler bile, herşey! Hatta bilgisayarlar. Dikkatinizi çekti mi, şimdilerde yeni bir bilgisayar aldığınızda, teknoloji o kadar hızlı değişiyor ki sadece birkaç yıl içinde, bir bakmışsınız ki iletişiminizi zorlaştıran bir cihaz olmuş. Bu konu ilgimi çekti ve içinde ne varmış diye bakmak için bir masa üstü bilgisayarın kasasını açtım. Ve gördüm ki her sene değiştirilen şey, kenarda köşede kalan küçük bir parça. Ama sadece o küçük parçayı yenilemek mümkün olmuyor, çünkü her çıkan yeni versiyon farklı bir şekilde üretiliyor, bu yüzden her şeyi çöpe atıp yenisini almanız gerekiyor. Planlı eskimenin revaçta olduğu 1950'lere ait endüstriyel tasarım dergileri okuyordum. Bu tasarımcılar konu hakkında gerçekten çok açıklarmış. Tüketicinin ürüne olan güvenini kaybettirmeden ama en kısa zamanda bozulacak şekilde bir ürünü nasıl yapacaklarını, bu sayede tüketicinin dönüp aynı ürünü tekrar satın almasını nasıl sağlayacaklarını tartışmışlar. Tüm bunlar kasıtlı olarak yapılmış. Ama eşyalar, bu "OK"un sürekli akışını sağlayacak çabulukta bozulmadığı için "algısal eskime" karşımıza çıkıyor. Algısal eskime denen şey bizi, kusurusuz bir şekilde çalışır durumdaki eşyalarımızı çöpe atmaya ikna ediyor. Peki bunu nasıl yapıyorlar? Ürünün görüntüsünü değiştiriyorlar ki eğer siz ürününüzü birkaç yıl önce satın aldıysanız, insanlar size, uzun süredir bu "OK"a katkı sağlamadığınıızı söyleyebilsinler. Ve değerimizi bu "OK"a yaptığımız katkıyla ortaya koyduğumuz için, durum utanç verici olabilir. Tıpkı 5 yıldır masamın üzerinde duran tombul beyaz monitör gibi. İş arkadaşım kendine yeni bir bilgisayar aldı. İnce, parlak ve şık bir monitörü var. Bilgisayarı ile uyumlu, telefonu ile de uyumlu ve hatta kalemliği ile bile uyumlu. Sanki uzay gemisi kullanıyor gibi görünüyor Benim ise masama çamaşır makinesi koymuşum gibi görünüyorum. Moda da bu konu için güzel bir örnek. Hiç merak ettiniz mi kadın ayakkabı topuk modası bir sene kalın sonraki sene ince sonra tekrar kalın ve ince olarak değişiyor. Hangi topuğun daha sağlıklı olduğu konusundaki tartışmadan ötürü değil. İnce topuk yılında kalın topuk giyerek "OK"a katkı sağlamamış olduğunuzun görülmesi böylece ince topuklu giyen arkadaşınız kadar değerli olmadığınızın düşünülmesi için. Veya, daha doğrusu, sürekli yeni ayakkabılar satın almanız için. Reklamların ve genel olarak basının bu konudaki rolleri büyük. ABD'de her birimiz, günde 3000'den fazla reklama maruz kalıyoruz. 50 yıl önceki insanların hayatları boyunca gördükleri reklamdan fazlasını her birimiz bir yılda görüyoruz. Düşünürseniz, bir reklamın amacı bizi elimizdekinin yetersiz olduğuna ikna etmek dışında ne olabilir? Yani günde 3000 kere bize şu mesajlar veriliyor saçlarımız yanlış, cildimiz yanlış kıyafetlerimiz yanlış, eşyalarımız yanlış, arabalarımız yanlış, bizler yanlışız ama eğer gidip alışveriş yaparsak bu yanlışların hepsi düzelir. Medya da bu akıştaki bazı adımları gizleyerek bu işe çanak tutuyor. Bu sayede malzeme ekonomisine dair bize gösterilen tek şey alışveriş oluyor. Doğadan temin, üretim ve bertaraf adımları bizim gözlerimizden uzakta gerçekleşiyor. ABD'de bizler şimdiye kadar hiç olmadığı kadar çok eşyaya sahibiz. Ama anket sonuçlarına göre ülke genelinde mutluluk düzeyimiz düşüşte. Mutluluk seviyemiz 1950'lerde zirvedeydi, yani tüketim çılgınlığının patlamasıyla aynı zamanda. Hmmm... İlginç bir tesadüf. Sanırım sebebini biliyorum. Çok daha fazla eşyamız var, ama bizi mutlu eden şeyler için çok daha az zamanımız var: dostlarımız, ailemiz, dinlenme süremiz. Her zamankibden çok daha fazla çalışıyoruz. Bazı analistlere göre işten arta kalan dinlenme süremiz feodal toplumlarınkinden bile az. Ve zaten yetersiz olan boş zamanlarımızda en çok yaptığımız iki aktivite ne biliyor musunuz? Televizyon izlemek ve alışveriş yapmak. ABD'de alışveriş için harcadığımız süre Avrupa'ya kıyasla 3 - 4 kat daha fazla. Yani şöyle gülünç bir durumda olduğumuz söylenebilir. İşe gidiyoruz, hatta belki iki işte çalışıyoruz, tükenmiş bir halde eve dönüyoruz Yeni koltuğumuzun üzerine yığılıp TV izliyoruz ve reklamlar bize "İĞRENÇ" olduğumuzu, daha iyi hissetmek için AVM'ye gidip alışveriş yapmamız gerektiğini söylüyor, ve tekrar işe gidip daha çok çalışmamız yeni aldığımız eşyalar için daha çok para kazanmamız gerekiyor. Ve eve daha da tükenmiş bir halde dönüyoruz Oturup daha çok TV izliyoruz ve bize tekrar alışverişe gitmemiz gerektiği söyleniyor. Ve bu çalış-izle-harca çılgın döngüsüne kapılmış gidiyoruz. Ama bunu durdurabiliriz. Sonuç olarak tüm bu satın aldığımız eşyalara ne oluyor? 1970'lerden bu yana, ülkedeki ortalama ev boyutları iki katına çıkmış olmasına rağmen bu tüketim hızıyla satın aldığımız eşyaların evlerimize sığmasına imkan yok. Her şey çöpe gidiyor. Böylece "bertaraf" adımına geliyoruz. Burası malzeme ekonomisinin en iyi bilinen adımı çünkü evdeki çöpleri atma işini bizzat yapmamız gerekiyor. ABD'de her birimiz günde ortalama 2 kg çöp üretiyoruz. Bu miktar 30 sene öncesinin 2 katı. Tüm bu çöpler ya atık sahalarında yani toprakta açılan büyük deliklerde istifleniyor veya daha da kötüsü fırınlarda yakıldıktan sonra atık sahalarında istifleniyor. Her iki işlem de havayı, toprağı, suları kirletiyor ve unutmayalım ki iklim değişikliğine yol açıyor. Çöp yakma işlemi gerçekten çok zararlıdır. "Üretim" adımındaki zehirli kimyasalları hatırladınız mı? Çöplerin yakılmasıyla havaya zehirli kimyasallar salınır. Daha da kötüsü, yakma işlemi süper zehirli kimyasallar açığa çıkarır. Örneğin "Dioksion". Dioksin, bilimsel olarak bilinen en zehirli insan yapımı kimyasaldır. Çöp yakma tesisleri bir numaralı dioksin kaynaklarıdırlar. Yani aslında, en zehirli insan yapımı kimyasalların bir numaralı kaynağını sadece çöpleri yakmayı bırakarak durdurabiliriz. Bunu hemen bugün bile yapabiliriz. Bazı şirketler, atık sahaları ve çöp yakma tesisleri ile uğraşmak istemiyor ve atıkları ihraç ediyor. Peki ya geri dönüşüm? Geri dönüşüm işe yarıyor mu? Evet, işe yarıyor. Sürecin sonundaki atık miktarını azaltıyor ve doğadan yeni kaynakların teminine olan gereksinimi azaltıyor. Evet, Evet, Evet! Hepimiz geri dönüşümü desteklemeliyiz. Ama geri dönüşüm tek başına yeterli değil. Geri dönüşüm asla yeterli bir çözüm olmayacak. Bunun birkaç sebebi var. Birincisi, evlerimizden çıkan atıklar buz dağının yalnızca görünen yüzü. Evden dışarı attığımız her bir teneke dolusu çöpün geri dönüştürülebilmesi için 70 teneke dolusu çöpe eşdeğer atık açığa çıkıyor. Yani, evlerden çıkan atıkların %100'ünü geri dönüştürsek bile sorun kökten çözülmüş olmuyor. Ki, bir çok atığın geri dönüştürülmesi mümkün bile değil. Bunun sebebi de ya çok zehirli kimyasallar içermesi ya da geri dönüştürlemeyecek şekilde tasarlanmış olması. Örneğin meyve suyu kutuları. Metal, kağıt ve plastikten oluşan katmanlar birbirine sıkıca yapıştırılıyor Geri dönüşüm için bu katmanları birbirinden ayırmak imkansız. Gördüğünüz gibi bu sistem tam bir çıkmazda. Tüm aşamalarda sınırları zorluyoruz. İklimi değiştiriyoruz, mutluluk seviyemizi düşürüyoruz... Hiç bir işe yaramıyor. Ama işin güzel tarafı ise her yanımıza yayılmış olan böylesi bir probleme karşı bir çok noktada mücadele ediliyor olması. Burada ormanları korumak için ve burada da temiz üretim için mücadele eden insanlar bulunuyor. İşçi hakları ve adil ticaret için mücade edenler bilinçli tüketim, atık sahaları ve çöp yakımının durdurulması konusunda mücadele edenler. Ve en önemlisi, hükmümetimizi yeniden kazanmak için mücadele edenler, hükümetin gerçekten insanların yanında ve insanlar için var olması adına mücadele edenler. Tüm bu mücadeleler kritik bir öneme sahip. Ama tüm bağlantıları görebildiğimiz zaman ve büyük resme bakabildiğimiz zaman bir şeyler değişmeye başlayacak. Bu sistem içindeki insanlar bir araya geldiği zaman bu doğrusal sistemi yeniden düzenleyip doğal kaynakları ve insanları tüketmeyen yeni bir sisteme dönüştürebiliriz. Çünkü öncelikle eskiden kalma "at çöpe gitsin" zihniyetinden kurtulmamız gerekiyor. Artık bu konular üzerinde sürdürülebilirlik ve adaleti temel alan bir düşünce şekli var: Çevreci Kimya, Sıfır Atık, Kapalı Çevrim Üretim Döngüsü Yenilenebilir Enerji, Yerel Yaşayan Ekonomiler, Değişim çoktan başlamış durumda. Bazıları bunun gerçekdışı, fazla idealistçe ve gerçekleşmesinin imkansız olduğunu söylüyor. Ben de diyorum ki asıl gerçekdışı olan kişiler eski yöntemle yollarına devam emtek isteyenlerdir. Bu insanlar rüyadalar. Unutmayın, eski yöntem doğanın bir kanunu değil, yer çekimi gibi kabul edip alışmamız gereken bir kanun değil. Eski yöntemi insanlar yaratmıştı. Bizler de insanız. O halde gelin biz de yeni bir yöntem yaratalım. Bu web sitesinde harika işler yapan gruplar hakkında bir sürü bilgi bulunuyor. Tıklayın, siz de katılın. "www.storyofstuff.org"