Sizde de bunlardan bir tane var mı?
Ben benimkine biraz kafayı taktım da.
Aslında tüm eşyalarıma biraz kafayı taktım.
Satın aldığımız tüm bu eşyalar nereden geldiğini hiç merak ettiniz mi?
Ve onları çöpe attığımızda nereye gittiklerini?
Bu soruları düşünmekten bir türlü kendimi alamadım.
Ve cevap bulmak için bir araştırma yaptım.
Kitaplarda yazdığına göre eşyalar,
bir sistem içersinde sürekli ilerliyor.
Doğadan temin... Üretim... Dağıtım... Tüketim...
Bertaraf... adımlarını izleyen bir sistem.
Tüm bu sisteme malzeme ekonomisi deniyor.
Ben de konuyu biraz daha detaylı inceledim.
Aslına bakarsanız 10 yıl boyunca dünyayı dolaştım.
Eşyalarımızın nereden gelip nereye gittiğinin izini sürdüm.
Ve ne keşfettim biliyor musunuz?
Hikayenin bu kadar da basit olmadığını...
Anlatılan bu sistemde birçok eksikler bulunuyor.
İlk olarak, sistem gayet iyiymiş
gibi görünüyor. "Sorun yok!"
Ama gerçek şu ki bu sistem tam bir çıkmazda.
Ve çıkmazda olmasının sebebi,
bu sistem doğrusal ve tek yönlü iken...
...gezenimizin kaynaklarının sınırlı olması.
Ve sınırlı kaynakları olan bir gezegende,
tek yönlü bir sistemi sonsuza de sürdüremezsiniz.
Sürecin her bir adımında bu sistem,
gerçek dünya ile etkileşime geçiyor.
Gerçek hayatta işler, buradaki
gibi beyaz bir sayfada yürümüyor tabi...
Sistem; toplumlar, kültürler,
ekonomiler ve çevre ile etkileşime giriyor.
Ve sürecin her adımında,
sınırları zorluyor.
Bu limitleri bu resimde göremiyoruz.
Çünkü bu çizimde eksikler var!
Haydi o zaman en baştan başlayalım, ve
boşlukları doldurarak buradaki eksikleri görelim
Eksik olan en önemli şeylerden biri insanlar,
evet insanlar.
Bu sistemin her bir parçasında insanlar
yaşıyorlar ve çalışıyorlar.
Ve bu sistemdeki insanlardan bazıları
diğerlerine nazaran daha önemliler;
bazıları sözü daha çok geçen insanlar.
Peki kim bunlar?
İlk olarak hükümetle başlayalım.
Arkadaşlarım bana hükümeti bir tank
ile sembolize etmemi söylediler
ve bir çok ülke için bu doğru bir sembol.
Ve gittikçe bizim ülkemiz de aynı hale geliyor.
Sonuçta ödediğimiz federal verigilerin
%50'sinden fazlası orduya gidiyor,
Ama ben yine de hükümeti bir insan
kullanarak sembolize edeceğim
çünkü hükümetlerin; insanlardan oluşması,
insanların yanında olması ve insanlar var için olması
şeklindeki gerçek vizyon ve
değerlerine sadık kalacağım.
Bizleri koruyup kollamak, bizlere iyi bakmak
hükümetlerin işi. Zaten onların işi bu!
Ardından özel şirketler geliyor.
Bu çizimde özel şirket sembolünü
hükümetten daha büyük görmenizin sebebi
özel şirketlerin gerçekte de
hükümetten daha büyük olması.
Şu anda dünyadaki en büyük 100 ekonominin
51 tanesi özel şirketlerden oluşuyor.
Özel şirketlerin kapasite ve güç bakımından
büyümesi hükümeti de biraz değiştirdi.
Artık hükümet; işlerin,
biz varandaşlardan çıkarlarından önce
özel şirketlerin çıkarlarına uygun şekilde
yürümesine daha fazla özen gösteriyor.
Peki, şimdi bu resimde başka ne
eksik var bakalım.
"Doğadan temin" adımıyla başlayalım.
Bu aslında doğal kaynakları sömürmek
anlamına gelen süslü bir ifade
veya gezegeni çöplüğe çevirmek anlamına
gelen süslü bir ifade.
Bu adımda şu oluyor; ağaçları kesiyoruz,
dağları dinamitleyip toprak altındaki metalleri alıyoruz,
tüm suyu tüketiyoruz ve hayvanları
yeryüzünden silip yok ediyoruz.
Yani haddimizi ilk olarak bu
adımda aşıyoruz.
Kaynaklarımız tükeniyor,
Çok fazla "eşya" kullanıyoruz.
Biliyorum şimdi bunu işitmek zor gelebilir,
ama bir şeyler yapmamız gerekiyor.
Yalnızca geçen 30 yıl içinde,
gezegendeki doğan kaynakların 3'te 1'i
tüketildi... Yok oldu!
Ağaçları kesiyoruz, madenleri çıkarıyoruz,
her şeyi topluyoruz ve hızla çevreyi çöplüğe çeviriyoruz.
ve bu gezegenin insanlar için yaşanabilir
bir yer olma özelliğini baltalıyoruz
ABD'de, benim yaşadığım yerde, doğal
ormanlarımızdan geriye yalnızca %4'ü kaldı
Akarsularımızın %40'ı içme suyu olarak
kullanılamaz hale geldi.
Ve bizim sorunumuz yalnızca çok fazla
eşyaya sahip olmamız değil,
aynı zamanda payımıza düşenden fazlasına
sahip olmamız. Dünya nüfusunun %5'ine sahibiz,
ama dünyadaki kaynakların %30'unu kullanıyoruz
ve dünyadaki atıkların %30'un üretiyoruz.
Eğer herkes ABD kadar tüketseydi,
3 ila 5 gezegene ihtiyacımız olurdu.
Ama malesef yalnızca 1 gezegenimiz var.
Ve benim ülkemin bu kısıtlılığa tepkisi,
gidip başkalarının hakkını yemek oluyor!
Bunlar 3. dünya ülkeleri,
bazılarına göre ise,
bir şekilde başkalarına ait olan
ama bizim mallarımızın bulunduğu topraklar.
Yani bu neye benziyor?
Yine aynı şey: Çevrenin çöplüğe çevrilmesi.
Şu anda dünya balık avlanma alanlarının %75''i
kullanılmış veya kapasitesi aşılmış durumda
Gezegendeki orijinal ormanların
%80'i artık yok.
Yalnızca Amazon ormanında,
dakikada 2000 ağaç kaybediyoruz.
Bu, dakikada 7 futbol sahasına denk geliyor.
Peki ya buralarda yaşayan insanlar?
Bu arkadaşlara göre, bu insanlar
nesillerdir bu topraklarda yaşamalarına rağmen
bu kaynakların sahibi değiller.
Onlar varlık sahibi değiller
ve çok alışveriş yapmıyorlar.
Ve malesef bu sistemde,
varlık sahibi değilseniz veya çok alışveriş
yapmıyorsanız, bir değeriniz yok demektir.
Daha sonra hammaddeler "Üretim"
adımına gidiyor ve orada enerji kullanarak
doğal kaynakların içine zehirli kimyasallar ekliyor
ve zehirli kimyasal içerikli ürünler üretiyoruz.
Günümüzde ticrai kullanımda olan yapay
kimyasal sayısı 100,000'den fazla.
Bunlardan çok azı sağlık üzerindeki etkileri
açısından test edilmiş durumda
ve bunlardan HİÇBİRİ kimyasal etkileşiminin
sağlığa etkisi açısından test edilmedi,
yani bir kimyasal her gün maruz kaldığımız
diğer kimyasallar ile birleşince oluşan etki açısından.
Yani, bu zehirli kimyasalların sağlık ve doğa
üzerindeki tam etkisinin ne olduğunu bilmiyoruz.
Ama tek bir şey biliyoruz:
Zehir giren yerden, Zehir çıkar.
Endüstriyel üretim sistemlerimizde zehirli
kimyasallar kullanmaya devam ettiğimiz sürece,
zehirli kimyasalları satın aldığımız
ürünlerle birlikte
evlerimize, ofislerimize, okullarımıza ve hatta
bedenlerimize almaya devam edeceğiz.
Mesela BFR'ler,
bromlu alevlenme geciktiriciler.
Mazlemelerin yanıcılığını azaltan bir kimyasal
ama yüksek derecede zehirli bir kimyasal.
Bunlar nörotoksinler yani beyin ve sinir sistemini etkileyen
zehirler. Peki böylesi bir kimyasalı ne diye kullanıyoruz?
Ve bunu bilgisayarlara, beyaz eşyalara, koltuklara,
şiltelere ve hatta bazı yastıklara bile koyuyoruz.
Yani aslında, yastılklarımızı tutup
bir nörotoksinin içine daldırıyoruz
sonra bunları eve getirip her gece uyurken
8 saat boyunca kafamızı üzerlerine koyuyoruz.
Bilemiyorum ama... Bence bu kadar
potansiyeli olan bu ülkede,
geceleri uyurken kafalarımızın alev almasını
önlemek için daha iyi bir yöntem bulabiliriz.
Şimdi bu zehirli kimyasallar besin zincirinde
birikiyor ve vücutlarımıza karışıyor.
Besin zincirinin en üstünde bulunan ve bir
çok zehirli kimyasalı en yüksek düzeyde...
içeren besin nedir biliyor musunuz?
Anne sütü.
Yani artık öyle bir noktaya geldik ki toplumun
en küçük bireyleri, yani bebeklerimiz,
ömürlerinin en yüksek dozlu zehirli kimyasalını
annelerinden emdikleri sütle alıyorlar.
Bu büyük bir hak ihlali değil mi?
Anne sütü, insanlık için en temel
beslenme şekli olmak zorunda.
Emzirme kutsal ve güvenilir olmalı. Şu anda
bile emzirme en iyi besleme yöntemi
ve anneler mutlaka emzirmeye devam etmeli ama
anne sütünü korumalıyız. Onlar(!) anne sütünü korumalı.
Onların bizi koruyup kolladığınız sanıyordum.
Ve tabii ki, bu zehirli kimyasallardan en
fazla etkilenen insalar
çoğunluğu doğurganlık çağında olan
kadın fabrika işçileri.
Bu işçiler, doğurganlığa zararlı kimyasallar,
kanserojenler, vs. ile iç içe çalışıyorlar.
Şimdi size soruyorum,
Doğurganlık çağında olan hangi kadın,
başka bir seçeneği kalmadığı sürece,
üreme sistemine zararlı kimyasallara...
maruz kaldığı bir işte çalışmak ister?
Ve bu da sistemin güzelliklerinden biri mi yani?
Burada oluşan çevresel ve ekonomik
sorunlar
sürekli olarak başka bir seçeneği kalmayan
insanlar üretiyor.
Dünya genelinde her gün 200,000 insan
nesillerdir yaşadıkları yurtlarını terk edip
çoğu da varoşlara yerleşmek üzere
şehirlere göç ediyorlar
ve ne kadar zehirli kimyasala maruz
kalacaklarına bakmaksızın iş arıyorlar.
Yani gördüğünüz gibi bu sistemde
yalnızca doğal kaynaklar tükenmiyor,
insanlar da tükeniyor.
Tüm toplumlar tükeniyor.
Evet, zehirli atıklar giriyor,
zehirli atıklar çıkıyor.
Bir çok zehirli kimyasal, üretilen ürünlerin içinde
fabrikalardan çıkarken çok daha fazlası
yan ürünler veya çevre kirliliği şeklinde çıkıyor.
Ve bu gerçekten büyük bir kirlilik.
ABD'de, bizim sanayimiz, yılda 1.8 milyar ton
zehirli kimyasal atık ürettiğini itiraf ediyor
ve bu yalnızca itiraf ettikleri rakam olduğuna göre
gerçek atık miktarı çok daha fazla olmalı.
Ve bu da başka bir limit. Yani iğrenç,
Her sene 1.8 milyar ton kimyasal atığı kim görmek
ister? Peki bu konuda onlar ne yapıyor?
Kirlilik üreten fabrikaları uzaklara taşıyıp
başkalarının topraklarını kirletiyorlar!
Ama, rüzgarlarla taşınan büyük bir hava
kirliliği dönüp tekrar bize buluyor.
Peki, bütün bu doğal kaynaklar
ürünlere dönüştükten sonra ne oluyor?
Dağıtım için buraya geliyorlar.
Dağıtım, "zehirli kimyasal içeren ürünlerin en kısa
zamanda satılıp elden çıkarılması" anlamına geliyor.
Buradaki amaç; fiyatları düşük tutmak, insanların sürekli satın
almasını sağlamak, giden malların yerine yenisini koymak.
Fiyatları nasıl düşük tutuyorlar?
Mağaza çalışanlarına düşük maaşlar veriyorlar
ve her fırsatta sağlık sigortalarından kısıyorlar.
Amaç, üretim maliyetlerini haricileştirmek.
Yani, ürünleri üretmek için gereken gerçek
masrafları ürün fiyatına yansıtmamak.
Başka bir deyişle, satın aldığımız
ürünlerin gerçek bedelini biz ödemiyoruz.
Geçen gün bu konu hakkında düşünüyordum.
Yürüyerek işe gidiyordum ve
haberleri dinlemek istedim,
bir radyo satın almak için bir
Radio Shack mağazasına girdim.
4 dolar 99 sente satılan bu tatlı
küçük ve yeşil radyoyu buldum.
Ödemeyi yapmak için sırada
beklerken düşündüm
4.99 dolar, bu radyonun imalatından
benim elime geçinceye
kadarki süreçte oluşan tüm maliyetleri karşılayabilir?
Metal muhtmelen Güney Afrika madenlerinden çıkarıldı,
petrol muhtemelen Irak'da sondajlandı,
plastikler muhtemelen Çin'de üretildi,
ve tüm bu malzemeler belki de Meksika'da bir
fabrikada 15 yaşında bir işçi tarafından birleştirildi.
4.99 dolar, ben onu alana kadar mağaza rafında
beklerken işgal ettiği alanının kirasına bile yetmezken
bu radyoyu seçmeme yardım eden
mağaza çalışanının maaşını,
veya onu okyanuslar arasında taşyan gemilerin,
yollarda taşıyan kamyonların maliyetini nasıl karşılasın?
Radyonun gerçek bedelini ödemediğimin farkına
işte böyle vardım. Peki kim ödüyordu bu bedeli?
Bu insanlar, sahip oldukları doğal kaynakları
kaybederek ödüyorlar.
Bu insanlar kaybettikleri temiz hava ve artan
astım ve kanser oranlarıyla ödüyorlar.
Kongo'daki çocuklar gelecekleriyle ödedi.
Kongo genelindeki çocukların %30'u,
bizim ucuz ve kullan-at elektronik
cihazlarımız için gerekli bir metal olan
"Koltan" madenlerinde çalışmak için
okullarını bırakmak zorunda kaldı.
Bu insanlar kendi sağlık sigorta masraflarını
üstlenmek zorunda kalarak ödediler.
Tüm bu sistem boyunca insanlar benim bu radyoyu
4.99 dolara alabilmem için gereken masrafı sırtladılar.
Ve sırtlanan bu masrafların hiç birinin herhangi
bir muhasebe defterinde kaydı tutulmuyor.
Şirket sahiplerinin gerçek üretim maliyetlerini
haricileştirmesinden kast ettiğim işte bu.
Ve bu da bizi tüketimin "Altın Ok"una getiriyor.
Burası sistemin kalbi,
sistemi çalıştıran motor.
Bu "OK" o kadar önemli ki onun korunması
bu arkadaşlar için de birinci önceliğe sahip.
Bu yüzden, 11 Eylül olayından sonra,
tüm ülkemiz şoktayken
Başkan Bush; üzülmek, dua etmek, umut etmek
gibi bir çok uygun öneride bulunabilecekken,
Ama öyle yapmadı. O, insanlara alışveriş
yapmalarını söyledi. ALIŞVERİŞ?!
Tüketicilerden oluşan bir millet haline geldik.
Tüketitici olmak, birincil kimliğimiz oldu,
anne, öğretmen, çiftçi değil
tüketici olmak.
Ne kadar değerli olduğumuzun
birincil ölçütü ve göstergesi,
bu "Ok"a yaptığımız katkının miktarı
ve tüketim miktarımız. Ve tüketiyoruz da!
Alışveriş yapıyoruz, alışveriş yapıyoruz, alışveriş yapıyoruz.
Malzeme akışı sağlıyoruz. Ve malzemeler akıp gidiyor!
Tahmin edin, Kuzey Amerika'da sisteme giren malzemelerin satıştan 6 ay
sora yüzde kaçı sistemde hala ürün olarak kullanımda kalmaya devam ediyor?
Yüzde elli? Yirmi? HAYIR. Yüzde bir. BİR!
Başka bir deyişle; toprakta yetiştirdiğimiz,
madenlerden çıkardığımız, üretip nakliyesini yaptığımız
malların %99'u, bu sistemden geçen eşyaların %99'u
6 ay içinde çöplük oluyor.
Bu seviyede malzeme çıktısı üretirken
gezegenin sürekliliğini nasıl sağlarız?
Bu düzen hep böyle değildi.
Ortalama bir Amerikalının şu anki
tüketim miktarı 50 yıl öncesinin iki katı.
Büyükannenize sorun. Onların zamanında
idareli ve tutumlu olmak değerli davranışlardı.
Peki, nasıl bu hale geldik? Tabi ki herşey bir anda olmadı.
Bu durum özellikle tasarlandı.
2. Dünya Savaşından hemen sonra, bu adamlar
ekonomiyi yükselişe geçirmenin bir yolunu buldular.
Perakende analisti Victor Lebow,
tüm sistem için bir standart haline gelen
çözümü açıkça ortaya koydu.
Dedi ki: "Aşırı üretken ekonomimiz,
tüketimi yaşam biçimimiz haline getirmemizi,
yeni eşyalar satın alıp kullanmayı
ritüeller haline getirmemizi,
ruhsal ve ego tatminimizi tüketimde
aramamızı gerekitiriyor.
Sürekli artan bir hızla eşyaları tüketmeli, yakmalı
ve yerlerine yenilerini koyarak eskileri atmalıyız."
Başkan Eisenhower'ın İktisadi
Danışmanlar Konseyi Başkanı dedi ki:
"Amerikan ekonomisinin nihai amacı
daha fazla tüketim malları üretmektir."
DAHA FAZLA TÜKETİM MALLARI?
Bizim nihai amacımız? Sağlık hizmeti
veya eğitim veya güvenli ulaşım
veya sürdürülebilirlik veya adalet sağlamak değil?
Tüketim malları?
Bizim bu programa, böyle heveslice
balıklama atlamamızı nasıl sağladılar?
En etkili iki stratejileri planlı
eskime ve algısal eskime.
Planlı eskimenin diğer anlamı
"çöp olmak için yapılan tasarım".
Yani aslında ürünleri, en kısa sürede
işe yaramaz hale gelecek şekilde yapıyorlar ki
biz de onu atalım ve gidip yenisini alalım.
Plastik poşetlerden ve kahve bardaklarından
bunu açıkça görebiliyoruz ama şimdi çok daha fazlasI var:
paspaslar, DVD'ler, kameralar, barbeküler bile,
herşey! Hatta bilgisayarlar.
Dikkatinizi çekti mi,
şimdilerde yeni bir bilgisayar aldığınızda,
teknoloji o kadar hızlı değişiyor ki
sadece birkaç yıl içinde,
bir bakmışsınız ki iletişiminizi
zorlaştıran bir cihaz olmuş.
Bu konu ilgimi çekti ve içinde ne varmış diye bakmak
için bir masa üstü bilgisayarın kasasını açtım.
Ve gördüm ki her sene değiştirilen şey, kenarda
köşede kalan küçük bir parça.
Ama sadece o küçük parçayı yenilemek mümkün olmuyor,
çünkü her çıkan yeni versiyon farklı bir şekilde üretiliyor,
bu yüzden her şeyi çöpe atıp
yenisini almanız gerekiyor.
Planlı eskimenin revaçta olduğu 1950'lere
ait endüstriyel tasarım dergileri okuyordum.
Bu tasarımcılar konu hakkında
gerçekten çok açıklarmış.
Tüketicinin ürüne olan güvenini kaybettirmeden
ama en kısa zamanda bozulacak şekilde
bir ürünü nasıl yapacaklarını, bu sayede tüketicinin
dönüp aynı ürünü tekrar satın almasını
nasıl sağlayacaklarını tartışmışlar.
Tüm bunlar kasıtlı olarak yapılmış.
Ama eşyalar, bu "OK"un sürekli akışını
sağlayacak çabulukta bozulmadığı için
"algısal eskime" karşımıza çıkıyor.
Algısal eskime denen şey bizi, kusurusuz bir şekilde
çalışır durumdaki eşyalarımızı çöpe atmaya ikna ediyor.
Peki bunu nasıl yapıyorlar?
Ürünün görüntüsünü değiştiriyorlar
ki eğer siz ürününüzü birkaç yıl önce
satın aldıysanız,
insanlar size, uzun süredir bu "OK"a
katkı sağlamadığınıızı söyleyebilsinler.
Ve değerimizi bu "OK"a yaptığımız katkıyla ortaya
koyduğumuz için, durum utanç verici olabilir.
Tıpkı 5 yıldır masamın üzerinde duran
tombul beyaz monitör gibi.
İş arkadaşım kendine yeni bir bilgisayar aldı.
İnce, parlak ve şık bir monitörü var.
Bilgisayarı ile uyumlu, telefonu ile de uyumlu
ve hatta kalemliği ile bile uyumlu.
Sanki uzay gemisi kullanıyor
gibi görünüyor
Benim ise masama çamaşır makinesi
koymuşum gibi görünüyorum.
Moda da bu konu için güzel bir örnek. Hiç
merak ettiniz mi kadın ayakkabı topuk modası
bir sene kalın sonraki sene ince sonra tekrar
kalın ve ince olarak değişiyor. Hangi topuğun
daha sağlıklı olduğu konusundaki tartışmadan
ötürü değil. İnce topuk yılında kalın topuk giyerek
"OK"a katkı sağlamamış olduğunuzun görülmesi
böylece ince topuklu giyen arkadaşınız kadar
değerli olmadığınızın düşünülmesi için.
Veya, daha doğrusu, sürekli
yeni ayakkabılar satın almanız için.
Reklamların ve genel olarak basının
bu konudaki rolleri büyük.
ABD'de her birimiz, günde 3000'den fazla
reklama maruz kalıyoruz.
50 yıl önceki insanların hayatları boyunca gördükleri
reklamdan fazlasını her birimiz bir yılda görüyoruz.
Düşünürseniz, bir reklamın amacı bizi elimizdekinin
yetersiz olduğuna ikna etmek dışında ne olabilir?
Yani günde 3000 kere bize şu mesajlar veriliyor
saçlarımız yanlış, cildimiz yanlış
kıyafetlerimiz yanlış, eşyalarımız yanlış,
arabalarımız yanlış, bizler yanlışız
ama eğer gidip alışveriş yaparsak
bu yanlışların hepsi düzelir.
Medya da bu akıştaki bazı adımları
gizleyerek bu işe çanak tutuyor.
Bu sayede malzeme ekonomisine dair
bize gösterilen tek şey alışveriş oluyor.
Doğadan temin, üretim ve bertaraf adımları
bizim gözlerimizden uzakta gerçekleşiyor.
ABD'de bizler şimdiye kadar hiç
olmadığı kadar çok eşyaya sahibiz.
Ama anket sonuçlarına göre ülke
genelinde mutluluk düzeyimiz düşüşte.
Mutluluk seviyemiz 1950'lerde zirvedeydi,
yani tüketim çılgınlığının patlamasıyla aynı zamanda.
Hmmm... İlginç bir tesadüf.
Sanırım sebebini biliyorum.
Çok daha fazla eşyamız var,
ama bizi mutlu eden şeyler için
çok daha az zamanımız var:
dostlarımız, ailemiz, dinlenme süremiz.
Her zamankibden çok daha fazla çalışıyoruz.
Bazı analistlere göre işten arta kalan dinlenme
süremiz feodal toplumlarınkinden bile az.
Ve zaten yetersiz olan boş zamanlarımızda
en çok yaptığımız iki aktivite ne biliyor musunuz?
Televizyon izlemek ve alışveriş yapmak.
ABD'de alışveriş için harcadığımız süre
Avrupa'ya kıyasla 3 - 4 kat daha fazla.
Yani şöyle gülünç bir durumda olduğumuz söylenebilir.
İşe gidiyoruz, hatta belki iki işte çalışıyoruz,
tükenmiş bir halde eve dönüyoruz
Yeni koltuğumuzun üzerine yığılıp TV izliyoruz
ve reklamlar bize "İĞRENÇ" olduğumuzu,
daha iyi hissetmek için AVM'ye gidip alışveriş yapmamız
gerektiğini söylüyor, ve tekrar işe gidip daha çok çalışmamız
yeni aldığımız eşyalar için daha çok para kazanmamız
gerekiyor. Ve eve daha da tükenmiş bir halde dönüyoruz
Oturup daha çok TV izliyoruz ve bize tekrar
alışverişe gitmemiz gerektiği söyleniyor.
Ve bu çalış-izle-harca çılgın döngüsüne kapılmış gidiyoruz.
Ama bunu durdurabiliriz.
Sonuç olarak tüm bu satın aldığımız eşyalara ne oluyor?
1970'lerden bu yana, ülkedeki ortalama ev boyutları
iki katına çıkmış olmasına rağmen
bu tüketim hızıyla satın aldığımız eşyaların
evlerimize sığmasına imkan yok.
Her şey çöpe gidiyor.
Böylece "bertaraf" adımına geliyoruz.
Burası malzeme ekonomisinin en iyi bilinen adımı
çünkü evdeki çöpleri atma işini
bizzat yapmamız gerekiyor.
ABD'de her birimiz günde ortalama
2 kg çöp üretiyoruz.
Bu miktar 30 sene öncesinin 2 katı.
Tüm bu çöpler ya atık sahalarında yani
toprakta açılan büyük deliklerde istifleniyor
veya daha da kötüsü fırınlarda yakıldıktan
sonra atık sahalarında istifleniyor.
Her iki işlem de havayı, toprağı, suları kirletiyor
ve unutmayalım ki iklim değişikliğine yol açıyor.
Çöp yakma işlemi gerçekten çok zararlıdır.
"Üretim" adımındaki zehirli kimyasalları
hatırladınız mı?
Çöplerin yakılmasıyla havaya zehirli
kimyasallar salınır.
Daha da kötüsü, yakma işlemi süper zehirli
kimyasallar açığa çıkarır. Örneğin "Dioksion".
Dioksin, bilimsel olarak bilinen en
zehirli insan yapımı kimyasaldır.
Çöp yakma tesisleri bir numaralı
dioksin kaynaklarıdırlar.
Yani aslında, en zehirli insan yapımı
kimyasalların bir numaralı kaynağını
sadece çöpleri yakmayı bırakarak durdurabiliriz.
Bunu hemen bugün bile yapabiliriz.
Bazı şirketler, atık sahaları ve çöp yakma tesisleri
ile uğraşmak istemiyor ve atıkları ihraç ediyor.
Peki ya geri dönüşüm? Geri dönüşüm işe yarıyor mu?
Evet, işe yarıyor.
Sürecin sonundaki atık miktarını azaltıyor
ve doğadan yeni kaynakların
teminine olan gereksinimi azaltıyor.
Evet, Evet, Evet! Hepimiz geri dönüşümü desteklemeliyiz.
Ama geri dönüşüm tek başına yeterli değil.
Geri dönüşüm asla yeterli bir çözüm olmayacak.
Bunun birkaç sebebi var.
Birincisi, evlerimizden çıkan atıklar
buz dağının yalnızca görünen yüzü.
Evden dışarı attığımız her bir teneke
dolusu çöpün
geri dönüştürülebilmesi için
70 teneke dolusu çöpe eşdeğer
atık açığa çıkıyor.
Yani, evlerden çıkan atıkların %100'ünü geri
dönüştürsek bile sorun kökten çözülmüş olmuyor.
Ki, bir çok atığın geri dönüştürülmesi
mümkün bile değil.
Bunun sebebi de ya çok zehirli kimyasallar içermesi ya da
geri dönüştürlemeyecek şekilde tasarlanmış olması.
Örneğin meyve suyu kutuları. Metal, kağıt ve plastikten
oluşan katmanlar birbirine sıkıca yapıştırılıyor
Geri dönüşüm için bu katmanları birbirinden
ayırmak imkansız.
Gördüğünüz gibi bu sistem tam bir çıkmazda.
Tüm aşamalarda sınırları zorluyoruz.
İklimi değiştiriyoruz, mutluluk seviyemizi düşürüyoruz...
Hiç bir işe yaramıyor.
Ama işin güzel tarafı ise her yanımıza yayılmış olan
böylesi bir probleme karşı bir çok noktada
mücadele ediliyor olması.
Burada ormanları korumak için ve burada da
temiz üretim için mücadele eden insanlar bulunuyor.
İşçi hakları ve adil ticaret için mücade edenler
bilinçli tüketim, atık sahaları ve çöp yakımının
durdurulması konusunda mücadele edenler.
Ve en önemlisi, hükmümetimizi
yeniden kazanmak için mücadele edenler,
hükümetin gerçekten insanların yanında ve
insanlar için var olması adına mücadele edenler.
Tüm bu mücadeleler kritik bir öneme sahip.
Ama tüm bağlantıları görebildiğimiz zaman
ve büyük resme bakabildiğimiz zaman
bir şeyler değişmeye başlayacak.
Bu sistem içindeki insanlar bir araya geldiği zaman
bu doğrusal sistemi yeniden düzenleyip
doğal kaynakları ve insanları tüketmeyen
yeni bir sisteme dönüştürebiliriz.
Çünkü öncelikle eskiden kalma "at çöpe gitsin"
zihniyetinden kurtulmamız gerekiyor.
Artık bu konular üzerinde sürdürülebilirlik
ve adaleti temel alan bir düşünce şekli var:
Çevreci Kimya, Sıfır Atık,
Kapalı Çevrim Üretim Döngüsü
Yenilenebilir Enerji,
Yerel Yaşayan Ekonomiler,
Değişim çoktan başlamış durumda. Bazıları bunun gerçekdışı,
fazla idealistçe ve gerçekleşmesinin imkansız olduğunu söylüyor.
Ben de diyorum ki asıl gerçekdışı olan kişiler
eski yöntemle yollarına devam emtek isteyenlerdir.
Bu insanlar rüyadalar.
Unutmayın, eski yöntem doğanın bir kanunu değil,
yer çekimi gibi kabul edip alışmamız gereken bir kanun değil.
Eski yöntemi insanlar yaratmıştı. Bizler de insanız.
O halde gelin biz de yeni bir yöntem yaratalım.
Bu web sitesinde harika işler yapan gruplar
hakkında bir sürü bilgi bulunuyor.
Tıklayın, siz de katılın.
"www.storyofstuff.org"