Tüm icat ettiğimiz, kilisedeki semboller, törenler, hepsi düşünce tarafından oluşturuldu. Düşünce bu şeyleri icat etti, kurtarıcıyı icat etti, Hindistan'daki tapınakları ve tapınakların içindekileri icat etti. Düşünce, bütün bu kutsal denilen şeyleri icat etmiştir. Bunu inkar edemezsiniz. O halde düşünce kendi içinde kutsal değildir. Dolayısıyla düşünce Tanrıyı yarattıyorsa o Tanrı kutsal değildir. Öyleyse kutsal olan nedir? Bu ancak şöyle... anlaşılabilir veya olabilir: korkudan, acıdan, tamamem özgürleşilirse, ve de sevgi hissi var ise kendine özgü zekası ile şefkat ile beraber. Ve sonunda zihin tamamen sakinleştiğinde o kutsal olan şey gerçekleşebilir. Bir yaz günü öğleden sonra geç saatlerdeydi. Sahilin yakınlarında, bir grup çocuk oynuyordu. Çocuklardan biri, bakımsız ve aşırı zayıf olsa da diğerlerinden ayrılıyordu. Özel bir ışık saçtığı söylenebilirdi. Saf ve parlak bir atmosfer onu çevreliyordu sanki. Bu özelliklerinden dolayı bu çocuk diğerlerinden ayırılyordu ve yaklaşan 'Dünya Öğretmeni' için bir araç olarak seçildi. Bu keşif tek başına bir durum değildi... çünkü insanlığın yeni bir çağa girdiğine inanılıyordu, beraberinde yeni bir Mesih'in geleceği bir çağa. 19. yüzyılın başlarında bilim, insanlığın kurtarıcısı olarak dinin yerini almaya başlamıştı. Monolitik kilise bölündükçe, bilim ile din arasında denge sağlayan yeni kurumlar ortaya çıktı. Bu yeni kurumlardan biri olan Teosofi Derneği, tüm dünyaya hızlı bir şekilde yayılmaktaydı. Dernek, Rusya doğumlu Helena Petrovna Blavatsky ve Amerikalı Henry Steel Olcott tarafından kuruldu. Amaçları ise, eski doğu dinlerinin ardındaki gerçeği aramak, doğanın açıklanamayan kanunlarını araştırmak ve evrensel kardeşliği güçlendirmekti. Bu fikirler o denli ilgi görmüştü ki 1881 yılı itibarı ile 100.000'i aşkın coşkun üyesiyle, bu topluluk dünya çapında bir kuruma dönüştü. Helena Blavatsky metafizik ilminin derin bir öğrencisiydi... ve psişik güçleri olduğuna inanan insanlar tarafından takip edilen biri oldu. Bazılarınca şarlatan diye dalga geçilse de aslında o ciddi bir yazardı... ve 1888 yılında en iyi eseri olan 2 devasa ciltlik "Gizli Öğreti"yi yayınladı. Genç gazeteci Annie Besant, kitabı incelemesi için Londradaki Review of Reviews tarafından görevlendirildi. Kitabın sayfalarını çevirdikçe okuduklarından hayrete düştü. Ona, kopuk haldeki gerçeğin parçaları... yüce bir bütünlük içinde artık görünür oldu. Hayatının karmaşaları, çıkmazları ve problemleri sanki yok olmuştu. Birkaç hafta içinde Annie Besant hayatını Teozofiye adamaya karar verdi. Bu ani karar tezcanlı Bayan Besant için olağandışı bir şey değildi. Konuşmacı, eğitimci, feminist olarak Viktorya devri İngilteresinde çok tanınan bir insandı. Ayrıca işçi hareketinin oluşmasında da öncülük yapmıştı. Kibritçi kızların çalıştığı Bryant and Mays fabrikasındaki grevi düzenlemişti. Kendisinin sosyal adalet duygusu, onu Sidney Webb, George Bernard Shaw ve Ramsey Mcdonald gibi isimlerle beraber Fabian sosyalisti yapmıştı. Blavatsky'nin ölümünden sonra, Annie Besant topluluğun başına geçti. Ve Teozofi düşüncesinin en etkili ismi oldu. Blavatsky'nin hantal felsefesini alıp, popüler bir harekete dönüştüren o oldu. Dünyadaki çoğu dinler, kriz zamanlarında insanlığa yardım edecek bir kahramandan, kurtarıcıdan söz eder. "Gizli Öğreti" kitabında Blavatsky, böyle bir öğretmenin gerçeği nasıl tanımlayacağını yeni bir medeniyetin koşullarına göre tasvir etmişti. Yıllar boyunca, bu konu Besant'ın aklını meşgul ediyordu. 1900'lerde, büyük bir ruhani liderin yeniden ortaya çıkmasının zamanının geldiğine iyice ikna olmaya başladı. Hatta, Hindistan, Amerika ve Avrupa'da gelecek dünya öğretmeni üstüne konuşmalar yapıyordu. Topluluk içinde beklentiler artmaya ve binlerce insan Besant'ı dinlemek için toplanmaya başlamıştı. Charles Webster Leadbeater topluluğun etkili isimlerinden bir başkasıydı. O ve Besant birlikte çok yakın çalıştılar. Tıpkı yıllar önce, Olcott ve Blavatsky'nin yaptığı gibi birbirlerini tamamlıyorlardı. 1909 yılıydı. C. W. Leadbeater Hindistan'a taşındı... Ve şimdi Adyar'da, Madras yakınındaki, Teozofik Derneği'nin genel merkezinde yaşıyordu. Her gün, arkadaşlarıyla beraber Bengal Körfezinin sahilinde gezinirdi. İşte orada, o genç Jiddu Krishnamurti keşfedildi. Çocuğun zayıf, bakımsız görünümüne rağmen, Leadbeater, çocukta öylesine göze çarpan bir nitelik gördü ki uzun süredir beklenen kehaneti gerçekleştirecek kişinin bu Brahman çocuk olduğunu ilan etti. Krishnamurti'nin... dünya öğretmeni olması için yetiştirilmeye başlandı. Çocuğun annesi Sanjeevamma, birkaç yıl önce ölmüştü ve 14 yaşındaki çocuk babası ve üç erkek kardeşiyle beraber Topluluğun binasının hemen dışındaki yerde yaşamaya başlamıştı. Hayalperest çocuk sıtmaya yakalandı ve bu hastalık onu sık sık okuldan mahrum etti. Alçakgönüllüydü... ve başkalarının tavsiyelerine kendini kolayca kaptırıyordu. Sanki başka bir dünyada yaşıyor gibiydi. Genellikle etrafındaki olaylara ilgisizdi. Tuhaf bir boşluk vardı. Krishnamurti ve küçük kardeşi Nityananda birbirlerine özellikle yakındı. Büyük şeyler için yetiştirilme fırsatından ona bahsedildiğinde, Nitya yanında olmazsa bunu kabul etmeyeceğini söyledi. 27 Kasım 1909 yılında Annie Besant Hindistan'a döndü... ve ilk kez kardeşlerle tanıştı. Aralarında şefkatli bir bağ oluşmuştu, ve utangaç Krishnamurti'ye bir anne, öğretmen ve arkadaş olmuştu. Annie Besant için çocuğun geleceğine rehberlik etme sorumluluğu kutsal bir ilişkiye dönüşmüştü. Ve sonunda Krishnamurti'yi dünyaya tanıtma zamanının geldiğine karar verildi. Bu amaçla, Doğu Yıldızı Örgütü oluşturuldu. Başında ismen Krishnamurti'nin olduğu bu örgüt, Annie Besant'ın rehberliğinde dünya öğretmenini ve söylemlerini kabul ettirme umuduyla üyeleri hazırlamaya başladı. Aynı yıl, Benareste yapılan Teozofi Kongresinde yaklaşık 400 yeni üye Yıldız Örgütüne katıldı. Üyeler Mesihin gelişiyle ilgili konuşurken, ufukta muhteşem bir gelecek resmediliyordu. Yeni üyeler, duygu seliyle çocuğun ayaklarına kapandılar. Besant, Krishnamurti'nin dünya öğretmenliği için gerçekten bir aracı olduğunu resmen açıkladı. 1911'in sonlarında her şey düzenlenmiş ve çocuğun kaderi neredeyse planlanmıştı. Çocukların babası Narianiah, hemen ikna olmadı. Bu tanrılaştırma, onu Hindistan'da kolayca alay konusu yapabilirdi. Bu yüzden Besant'ı onların vasiliğinden men etmekle tehdit etti. Besant hemen müdahale etti. İngiliz eğitiminin avantajlarını açıkladı ve çocuklarının Oxford mezunu olmasının özel avantajlarını vurguladı. 19 Ocak 1912 de Narianiah, Krishnamurti ve Nitya'nın İngiltere'ye götürülmesine izin veren belgeyi imzaladı. Bu ayrılığın 10 yıl süreceğinden ve uzun bir dava konusu olacağından habersizdi. İngiltereye varış haberleri çabucak yayıldı. Charing Cross İstasyonunda büyük bir kalabalık gelen grubu karşılamak için hazırdı. Bir İngiliz Teozofist, Krishnamurti'yi şöyle tanımlıyordu: ''Neredeyse omuzlarına kadar gelen uzun, siyah saçlarıyla ve boş bakan, inanılmaz siyah gözleriyle, tuhaf bir endam'' Avrupa'ya ilk kez gittiğimde, zengin, iyi eğitimli ve toplumda sosyal gücü olan insanların arasında yaşadım. İnsanların yüzlerini izleyerek sokaklarda gezindim. Tiyatrolara gittim. İnsanların mutsuzluklarını unutmak için kendilerini nasıl eğlendirdiklerini gördüm Politik, sosyal ve dini güce sahip insanlar gördüm. Genç insanların eğlencelerini izledim. Fakirlerin yaşadığı yerlere gidip onlara hizmet etmeyi isteyen insanlar gördüm. Yardım etmek istiyorlardı ama kendilerinin yardıma ihtiyacı vardı. Eğer sen de o hastalığa tutulmuşsan, başkalarını nasıl iyileştirebilirsin ki? Her şeyi sorguladım... Çünkü olayları kendim keşfetmek istiyordum. Annie Besant, Londra'daki Queen's Hall'da üç heyecan verici konferans verdi. Hareket, güç topluyordu. Besant Hindistan'a döndüğünde, bir sürü öğretmen eşliğinde çocuğun eğitimi başladı. Genç adamın etrafı sürekli öğretmenler ve dikkatli müritler tarafından sarılmıştı. Hiç yalnız kalamıyor, normal bir yaşamı arzuluyordu. Hoşnutsuzluğu gittikçe artıyor ve hazırlandığı role olan tüm ilgisini kaybediyordu. 1914 yazında, İngiltere Büyük Savaş'a girdi. İletişim olanakları çöktü ve çocuğun inzivası yoğunlaştı. Krishnamurti gittikçe daha çok rahatsız olmaya başladı. Annie Besant sık sık ona yazıyor, mutluluğun sadece önündeki işte saklı olduğunu hatırlatıyordu. Besant'a karşı derin bir sevgi ve sadakat hissetmesine rağmen, içsel olarak sessiz bir devrim gelişiyordu. Her şeye karşı uzun süredir bir başkaldırı içerisindeyim: Başkalarının otoritesine karşı, başkalarının yönlendirmesine karşı, başkalarının bilgilerine karşı. Kendi başıma bulana kadar hiçbir şeyi gerçek olarak kabul etmedim. Diğerlerinin fikirlerine asla karşı çıkmadım. Fakat onların otoritelerini ya da hayat görüşlerini kabul etmedim. O başkaldırma halinde olana kadar, her şeyden, her dogma ve her inançtan hoşnutsuz olana kadar, gerçeği bulamayacaktım. Kardeşler üniversite sınavlarını geçmek için çok sıkı çalıştı. Nitya fazla zorluk çekmedi, fakat Krishnamurti yavaş ve ilgisiz bir öğenciydi. Ne Oxford'e ne de Cambridge'ye kabul edilmeyeceği kesin olarak anlaşılınca herkes hayal kırıklığına uğradı. 1918 yılında savaşın bitmesi Teozofistlerin daha aktif çalışmasına yol açtı. Hindistan'da, Annie Besant politik hareketler ve eğitimle ilgili sorunlarla oldukça meşguldu. Gandhi ve diğerleriyle beraber, Hindistan'ın bağımsızlığı için uğraş verenlerin başında geliyordu. Fakat söylevlerinde, dünya öğretmeninin ve insanlık için mesajının önemini vurgulamaya devam ediyordu. Krishnamurti yavaş olgunlaşıyordu ve anavatanından 10 yıl uzak kaldıktan sonra, sonunda çalışmalarına Adyar'da başlamansına karar verildi. Aralık ayının sonlarına doğru kardeşler Bombay'a vardılar. Besant için uzun süredir beklenen gün gelmişti... çocuk olarak geride bıraktığı iki kardeşin, yetişkin olarak dönmeleriyle beraber. Hindistan'a geldiğimde, oradaki insanların da aynı şekilde kendilerini kandırdıklarını, eski geleneklerini devam ettirdiklerini, kadınlara zalimce davrandıklarını gördüm. Aynı zamanda da kendilerini çok dindar olarak görüyorlardı ve yüzlerini küllerle boyuyorlardı. Hindistan, dünyanın en kutsal kitaplarına sahip olabilir, en iyi filozoflara sahip olabilir, geçmişte muhteşem tapınaklar inşa etmiş olabilir ama bunların hiçbiri bana istediğim şeyi vermedi. Yıldız Örgütünün başkanı olarak utangaç genç adam kendini işine verdi. Star yayınları için sayısız kitap ve makale yazdı. Yapılması gereken konuşmalar, gidilmesi gereken toplantılar vardı. Hindistan, İngiltere Avustralya, Avrupa'da konuşmalar yapan kardeşlerin programı çok ağırdı. Bu seyahatler Nitya'ya ağır geldi. Hastalandı ve kendisine tüberküloz teşhisi kondu. Veremliler için uygun ikliminden dolayı ve iyileşme için ideal bir yer olduğundan, Kaliforniya, Nitya için dinlenme yeri olarak seçildi. 1922 yazında, Ojai Vadisindeki küçük bir kır evinin kiralanması, genç adamları ilk kez Amerika'ya getirmiş oldu. Bayan Besant'a yazdığı mektupta Nitya, yeni çevrelerini şöyle anlatıyordu: ''Şeftali bahçeleri ve portakal ağaçlarının olduğu uzun, dar vadide evimiz yeralıyor. Parlayan sıcak güneş her gün bize Adyar'ı hatırlatıyor. Kızılderililer, vadimize Ojai, ya da yuva diyorlar. Ve yüzyıllardır, burayı sığınak olarak kullanmıs olmalılar.'' Bir süre için Nitya iyileşiyor gibiydi. Fakat belki de en önemlisi, kardeşlerin yalnız olmalarıydı. Mahremiyet, çocukluklarından beri onlardan esirgenen bir lüks olmuştu. Ama şimdi vadinin bu sessizliği içinde Krishnamurti, kendiyle baş başa kalmak için bir fırsat yakalamıştı. Tepelerde tek başına gezindi, portakal bahçeleri ve fundalıklar arasında tırmandı. Günler geçtikçe, tuhaf bir huzursuzluk ona hakim oldu. Hastalandı ve yoğun bir acıyla beraber boğucu ateşten mustarip oldu. Bu tuhaf durum yoğunlaştıkça, bilincini kaybettiği zamanlar bile oluyordu. Huzursuz ve yüksek ateşli olmasına rağmen tek başına gezmekte ısrar ettiyse de kır evinin yakınındaki genç biber ağacının altında dinlenmek zorunda kaldı. Ve işte orada, gecenin hareketsizliğinde, o insan aklını aşan, hayatını temellerinden sarsan olay gerçekleşti. Ağaçların arasından geçen rüzgarı hissedebiliyordum, ve çimenin üstündeki o küçük karıncayı, kuşları hissedebiliyordum, ve de tozu. Ve her bir ses benim bir parçamdı. Her şeyin içindeydim. Ya da daha doğrusu her şey benim içimdeydi. Yaşadığım şey karşısında, inanılmaz derecede mutluydum. Hiçbir şey bir daha aynı olamazdı. Hayat pınarının saf ve temiz suyundan içmiştim. Ve susuzluğum dinmişti. Bir daha asla susamış olamam. Asla mutlak karanlıkta kalamam. Bütün acı ve kederi iyileştiren o şefkate dokundum. Kendim için değil, dünya için. Yeni kavrayışını anlatmak için Krishnamurti, dünya çapında bir konuşma turuna başladı. Değişim çok açıktı. Her yerde, tüm insanlar arasında, gizli kalmış bir şeyin arayışı vardı. Büyük bir bilgi, ulu bir görüş, ulu bir anlayış verecek olan bir idrak arayışı. Bu insanların 'gerçek' dediği şeydi. Onlar gerçeğin uzak diyarlarda, hayattan, mutluluktan, acıdan uzakta bir yerlerde saklı olduğunu sanıyorlar. Fakat gerçek, hayatın ta kendisidir. Yaşamın kavranması ile ancak gerçeğin anlaşılması mümkün olur. Bir seyahat sırasında ani bir kanama, Nitya'nın sağlığı için tekrar endişeye yol açtı Zayıftı, ateşi yüksekti ve acı çekerek öksürüyordu. Kardeşlerin tekrar, Ojai Vadisinin kuru iklimine dönmesine karar verildi. Kaliforniya'ya varınca Nitya iyileşir gibi oldu. Krishnamurti, Besant tarafından Teozofistlerin 50. yıldönümü için, Hindistan'a çağrıldığında, istemeyerek de olsa kabul etti. İki kardeşin arasındaki bağ hiç olmadığı kadar güçleniyordu. Yapılacak işler için Nitya'nın önemi sorgulanamayacak derecede fazlaydı ve bu yüzden yaşaması çok önemliydi. Krishnamurti yoldayken, Nitya'nın grip olduğunu yazan bir telgraf ulaştı. Daha sonraki telgraf şöyle diyordu: "Grip oldukça ciddi, benim için dua et." 13 Kasımda gemi Suez Kanalına girerken Nitya'nın ölümünü haber veren telgraf ulaştı. Bu haber Krishnamurti'yi tamamen alt üst etti. Dahası, tüm yaşam felsefesi, geleceğe dair tam olan inancı, ve Nitya'nın bunlardaki hayati önemi, o anda hepsi paramparça olmuş gibiydi. Eski bir hayal... ölmüştü... ve yenisi doğmak üzereydi. Yeni bir görüş ortaya çıkıyordu. Ve yeni bir bilinç baş gösteriyordu. Artık hiç olmadığı kadar kesin bir şekilde biliyorum ki yaşamda gerçek güzellik var. Gerçek mutluluk... herhangi bir fiziksel olay sebebiyle bozulamayan Olup biten olaylar karşısında gücünü yitirmeyen, büyük bir kuvvet. Ve sonsuz, bozulmayan, ele geçirilemeyen müthiş bir sevgi. Krishnamurti Madras'a vardığında, çehresi sessiz ve parlaktı. 1925'deki Jubile Kongresinde Teozofi Topluluğunun 50. yıldönümü kutlanıyordu. 4 gün süren toplantılara binlerce kişi katıldı ve dünyanın farklı yerlerinden gazeteler de bu gelişmeleri heyecanla bildirdiler. Kongrenin ardından Yıldız Kongresi yapıldı. Bu zamana kadar Doğu Yıldızı Örgütü 45.000 üyeye ulaşmıştı. Adyar'ın devasa hint inciri ağacının (banyan) dalları altında Krishnamurti, dünya öğretmeni üstüne konuşuyordu. Alacakaranlıkta, ifadesi güçlü ve sertti, sanki ruhun derinliğine bakar gibi gözleri yarı kısıktı. O konuştukça, dinleyiciler arasına derin bir sessizlik yayıldı. Bazıları etrafını bir ışığın çevrelediğini düşündü. Ve birçoğu, bizzat Mesihin huzurunda olduklarına inanıyorlardı. Genç adam, derin bir bölünmenin de odağı olmaya başlamıştı Binlerce insan onu dünya öğretmeni olarak kabul ederken, diğerleri, ona gösterilen ilgi ve hayranlıktan rahatsız oluyordu. Birkaç yıl önce Hollanda'da, Baron Phillip van Pallandt, ailesinden miras kalan Eerde Şatosunu, Yıldızı Örgütü'ne vermişti. Bu 18. yüzyıldan kalma şatoyu, 2000 hektarlık ağaçlık alan çevreliyordu. Şato, küçük grupların yıllık buluşmaları için toplanma yerine dönüştürülmüştü. Krishnamurti'deki değişim, bir hafta sonra 1926 yılındaki Ommen Yıldız kampında, daha da belirginleşecekti. Eerde Şatosu yakınlarındaki Ommen Kampı, her ülkeden 2 binin üzerinde insanı çekmeyi başardı. Toplantılar ve yemekler için devasa çadırlar vardı. Söylevler veriliyordu. Ve her akşam... Krishnamurti açık havadaki ateşin etrafında, kalabalığa sesleniyordu: Mutlu olmak için, dinlere ihtiyacımız var mı? Sevmek için, tapınaklar mı yapmamız gerekiyor? Gerçek, ne tapınakların karanlık mabetlerinde, ne de örgütlenmiş toplumların iyi aydınlatılmış konaklarında bulunabilir. Ne kitaplarda, ne de törenlerde bulunabilir. Rüzgarın gürlediği, dalgaların birbiriyle çarpıştığı denize doğru bir gidin. Tüm bu güzelliği toplayıp, hapsetmek mi istiyorsunuz dar bir tapınağa? Zihninizin ya da kalbinizin bir şeye ya da birine bağlanmasına asla izin vermeyin. Eğer izin verirseniz, başka bir din, başka bir tapınak kurmuş olacaksınız. Küçük tanrılar yaratıp bunlara türbelerde tapınmamalısınız. Güneşe sahipken bir mum ışığında ibadet etmeyi kim ister ki? Krishnamurti'nin hakkikat üstüne olan görüşünü sadece Teozofinin usul ve yapısıyla değil örgütlü tüm dinlerinki ile de bağdaştırmak gittikçe güçleşiyordu. Ruhsal otoriteyi reddedişi.... topluluğa ve onun daimi üyelerine karşı bir tehditti. Topluluk çökme aşamasına gelirken, ortada çok açık bir düşmanlık vardı. Sınırlar çizilmişti: Bazıları açıkça onun yanında yer alırken, diğerleri topluluğun değerli inançlarına sıkı sıkıya bağlıydılar. 1911' dan beri Krishnamurti'ye yakın olan Lady Emily Lutyens birçok kişinin hissettiği bu şaşkınlığı şöyle paylaşıyordu: ''Ne kadar tuhaf'' diyordu, ''17 yıl boyunca dünya öğretmeninin gelmesini bekledik... ve şimdi o konuştuğunda ya üzülüyoruz ya da sinirleniyoruz. Kendi işimizi kendimizin halletmesini sağlıyor. Bu ondan bekleyeceğimiz en son şeydi.'' 1928 yılının mayısında, Güney Kaliforniya'nın her daim yeşil olan meşe ağaçlarının altında, ilk Ojai Yıldız Kampı yapıldı. Fakat her yeni konuşma ve buluşma ile ayrılıklar daha çok günyüzüne çıktı. Kötüye giden sağlığı yüzünden Annie Besant, resmi randevularını iptal etmek zorunda kaldı. Fakat Krishnamurti'nin söyledikleriyle Teozofiyi bağdaştırmaya yine de devam etti. Eski Hindu yazıtlarından alıntılar yapıyordu: 'Bütün yollar aynı ruhsal amaca çıkar.' Fakat çabalarına rağmen, ayrılıklar arttı. Kibar basmakalıp sözlere yer yoktu. Varolan dinlerin birleştiriciliği söz konusu değildi. 'Törenler ve örgütlü dinler birer engel, gerçeğe karşı dikkat dağıtan birer unsur' diyordu. Hiçbir yöntem sunmadı. Takip edilecek adımlar, ruhsal gelişmeyi garantileyecek bir sistem yoktu. Gerçeğe dair algısı kesindi. Hollanda'da 3 Ağustos 1929'da, Ommen Toplantısı sırasında Besant ve 3000'in üzerinde Yıldız üyesinin huzurunda Krishnamurti Yıldız Örgütü'nü dağıttı. Böylece kendisi için söylenen tüm iddialardan özgürleşmiş oldu. Bana göre, gerçeğin yolu yoktur. ve ona herhangi bir yol, bir din, bir tarikat, ya da başka bir şey aracılığı ile ulaşamazsınız. Bu benim bakış açım. Ve ben buna, kesinlikle ve kayıtsız şartsız bağlıyım. Gerçek, sınırsız, koşulsuzdur ve gerçeğe herhangi bir yolla ona ulaşılamaz. O düzenlenemez. Ya da herhangi bir kurum oluşturulamaz: belirli bir yolu takip için sizi zorlayarak veya yöneterek Eğer bu amaçla bir kurum oluşturulursa, bu bir kösteğe, bir zayıflığa, bir esarete dönüşür ve bireyi felç eder ve onu koşulsuz, mutlak gerçeği keşfetmekten alıkoyar. Başka kurumlar oluşturabilir, ve başka birini bekleyebilirsiniz. Ben bununla ilgilenmiyorum. İlgilendiğim tek şey insanı tamamen ve koşulsuz olarak özgür kılmaktır. Bütün dinler her zaman, sadece bizim yolumuz, bizim kurtarıcımız, bizim sistemimiz, bizim inancımız, bizim törenlerimiz var deyip durdu... ve sadece bunlarla kurtuluşu bulacağınız söylendi. Bu, bütün dinlerin değişmez şarkısı oldu. Yıllar, yıllar önce şöyle bir şey demiştim, öylesine, doğruydu ki, doğru ki, hakikate giden bir yol yoktur. Hakikat onlara göre sabit bir nokta. Ve eğer sabit bir noktaysa ona giden birçok yol bulabilirsiniz. Ama ya sabit bir şey değil de hareket eden, canlı bir şeyse -hareketlilik anlamında- dünyada... zaman ait olmayan -ki o başka bir konu- o zaman doğal olarak ona giden bir yol olmayacaktır. Ama görüyorsunuz, biz böylesine tehlikeli bir görüş istemiyoruz. Biz her şeyi sabit istiyoruz. Her şeyin bir sonu olsun istiyoruz. Bir soruyla devam etmek istiyorum. İnsanın kendi içinde derin ve radikal bir değişim geçirmesi gerekliliği ne anlama geliyor? Soruyoruz, temel psikolojik bir devrime yol açmak mümkün müdür? Derin, sonu olmayan geri dönülemez bir değişim, dönüşüm. Eğer sınırlı, kontrollü, sığ yaşıyorsanız, tüm insanlığın bir parçası olduğunuz gerçeğini anlamak çok ama çok zordur. İçinizde tüm insanlık var. Siz, bir insan olarak, dünyanın bir parçasısınız. Siz dünyasınız. Bu bir fikir değil. Sebep-sonuç analizi şeklinde ve birinin 'evet bu çok doğru' dediği entellektüel bir olgu olarak değil. Tersine, bir gerçek olarak, siz, bir insan olarak, tüm insanlığı temsil ediyorsunuz. Acı çekiyorsunuz. Sıkıntılısınız. Emin değilsiniz, kafanız karışık, şikayetçisiniz, korku dolusunuz, incinmişsiniz, siz herşeysiniz. Ve her bir insanda bunlar var. Yani sizin bilinciniz tüm insanlığın bilincidir. Şimdi, acıya son vermek mümkün mü? Eğer tüm insanlığın temsilcisi olan bir kişide acı son bulursa, bu bitiş tüm insanlığın bilincini etkiler. Söylediğim şeyleri öylece kabul etmeyin. Keşfedin, sınayın ! Bu, gözlem yapmak için özgür olmanız anlamına geliyor. Herhangi bir istek, bir özlem, bir baskı olmaksızın gözlem yapmak -bilirsiniz işte. Hoş bir çiçeği gözlemlemek gibi. Tüm dünyada insanların şu basit gerçeği neden göremediklerini merak ediyorum: Eğer milletler olarak bölünmüşseniz, dünyaya barış getiremezsiniz. Dünyada bir düzen istiyoruz. Politik, dini, ekonomik, sosyal bir düzen. Birbirimizle olan ilişkilerimizde bir düzen istiyoruz. Biraz barış istiyoruz. Biraz anlayış istiyoruz. Ve... Eğer içsel psikolojik durumunuz düzgün ise, bir çatışma yoksa, bir çelişki yoksa, bilinçteki bu durumunuz sessizse, sağlamsa, net ise, o zaman dünyaya bir düzen getirebilirsiniz. Ama şimdi bizim yapmaya çalıştığımız şey kanuni, milliyetçi ve benzeri şekillerde dünyada bir düzen oluşturmak. Dışarıda bir düzen, dünyada. Fakat bunun tamamen düzensizlik yarattığı birçok defa kanıtlanmıştır. Bu yüzden diyoruz ki yani konuşmacı olarak diyorum ki: İçsel bir düzen olmadan, yani içsel bilinç düzeni, karmakarışıksa, çelişkiliyse, içsel, psikolojik düzen olmadan dışsal bir düzene de sahip olamazsınız. Ve kriz işte orada! Biz sanıyoruz ki kriz ulusal ekonomik, sosyal, vb. Kriz orada, dışarda değil. Kriz aslında içerde. Ve biz bununla yüzleşmeye isteksiziz. Bu bizim... eğitimimiz, yaşam tarzımız, geleneğimiz, vb: bir başkası size birşey verebilir. İsa size kurtuluşa ulaştırabilir. Bir guru sizi kurtarabilir. Ya da eşiniz size yardım edebilir. Bu bizim takılıp kaldığımız, bozulmuş, eski bir gelenek olabilir. Bu tamamen yanlış bir yaklaşım olabilir. Siz bir anlayışa sahipsiniz ve ben bunu anlamıyorum Ve siz koşullandırılmışsınız, pardon ama, bunları bana verebileceğiniz fikriyle siz koşullandırılmışsınız. Doğru mu? Sonuçta bu hiç de gerçek olmayabilir. Psikolojik ve içsel olarak birilerine bağımlı mısınız? Diyorsunuz ki, lütfen bana kibirimden kurtulmam için yardım edin. Ya da ilişkinizde kendinizdeki küstahlığı görürsünüz. Yok oldu. Birbirimizle olan ilişkiyi ve kendimi gözlemliyorum. Ve o gözlem esnasında ilişkimizde kibirli olduğumu keşfediyorum. Yani kibirli olduğumu senin bana söylemene bağımlı değilim. Zaten bunun farkındayım. Bu çok fazla önemli. Hiç kimse bana yoğunluğu, güzellik hissini veremez. Ben (bunu) alıyorum. Sonra... Ben tek başımayım, takip ediyor musunuz? İzole olmak anlamında değil. Bunu keşfetmek için uğraşmalıyım. Ve bu uğraşın ta kendisi ile "yoğunluğu" elde ederim. İçinde yetiştiğim, başkasına bağımlı olma anlamına gelen gelenekten kurtulduğumda, ve kurtulduğumda, bunun üstünde çalışmam gerek, yoksa tükenir giderim, her iki durumda da. Eğer Eğer ondan kurtulursam enerji ve yoğunluk hissini zaten elde etmiş olurum. Böylelikle hiç kimseye bağımlılığım kalmaz. İlişkiler üzerinden kendimi gözlemleyebilir miyim? Temel olarak, bütün tepkilerle, bütün nüanslarıyla, bütün inceliklerle, kendimi bir ilişkide bilebilir miyim? Şimdi, bir kişinin bir başkasıyla ilişkisi hafızaya dayalıdır. Doğru mu? Bunu kabul ediyor musunuz? Ben sizinle ilgili çeşitli imgeler, görüntüler ve çıkarımlarda bulundum siz de benimle ilgili olarak aynısını yaptınız. Size dair eş, koca, kız, erkek, arkadaş vb. farklı imgelerim var. Yani sürekli bir imge yaratma var. Doğru mu? Bu basit, bu normal, böyle devam ediyor. Biri evlendiğinde ya da bir kız veya erkekle yaşamaya başladığında her olay, her söz, her hareket bir imge yaratır. Yanlış mı? Bu konuda mutabık mıyız? Bana katılmayın, lütfen. Sizi bir şeye ikna etmeye çalışmıyorum. Aslında bunu siz kendiniz için görebilirsiniz. Bir "kelime" kayıtlıdır. Eğer kelime hoş ise gururunuzu okşar. Bu güzel. Hoş değilse, hemen ondan kaçarsınız. Ve bu bir imge yaratır. Memnuniyet bir imge yaratır. Kaçış, geri çekilme bir imge yaratır. Yani, aslında bizim birbirimizle ilişkilerimiz... çeşitli imgelerin , görüntülerin hassas şekillerine ve çıkarımlara dayalıdır. O zaman sende ve de karşındaki insanda böyle bir imge varsa, orada bölünme vardır. Ve işte bütün çatışma burada başlar. Doğru mu? İki imgenin arasında bölünme varsa orada çatışma olmalıdır, değil mi? Yahudi, Arap Hint, Müslüman Hristiyan, Komünist Hepsi aynı olgu. Bu temel bir kanundur: İnsanlar arasında bir bölünme varsa çatışma olmalıdır. Tüm bu imge yaratma, gelenekler, hepsi tek bir çatışma olmadan bitebilir mi? Sorumu anlıyor musunuz? İlgileniyor musunuz bununla? Ne kadar ödersiniz bunun için? Yapabileceğinizin hepsi bu. Bir şeye para ödemekle onu alabileceğinizi sanıyorsunuz. Şimdi bu imge yaratma mekanizması, -sadece imge yaratma değil, gelenekler ve her şeyin kesin olmasını istemek- tüm bu yapı, sona erebilir mi? Doğru mu? Bu soruyu kendinize soruyor musunuz? Size orada ne yapmanız gerektiğini söyleyen kim? Şuna bakın, çocukken, aileniz size ne yapıp ne yapmayacağınızı söyler. Aynı mantık hayat boyunca işlemeye devam eder. Okulda ne yapacağınız söylenir, yüksekokulda ne yapacağınız söylenir, üniversitede. Bütün hayat boyunca... birileri size şunu söylüyor: bu doğru, bu yanlış, bu yapılmalı, bu yapılmamalı. Bu ne anlama geliyor? Bir kendini sorgulama yok. "Ben aslında insanoğlunun bir parçasıyım" diye bir deyim yok. Ki öylesiniz! Çünkü dünyadaki tüm insanlar büyük acılardan, büyük zorluklardan, büyük kaygılardan geçiyor. Kafaları karışık, emin değiller, güvensizler, aynı sizin gibi, dünyanın geri kalanı gibi. Biz bunu kabul etmiyoruz. Biz, kendi acımızı diğerlerinin acısından tamamen ayrı olarak düşünüyoruz. Ve... şöyle bir mantığa sahibiz: Ne yapacağımı söyleyen birileri olmalı. Papadan başlayarak fakir semtteki papaza. Gerçekten şu soru sorulmalı: İnanılmaz bir bilgi birikimine sahip olmalarına rağmen, neden hiç kimse değişmek istemiyor? Neden? Alışkanlık ve kalıpların içinde kendilerini güvende hissettikleri için mi? Senin kalıbın, benim kalıbım, Hristiyan kalıbı, Hint kalıbı, Budist kalıbı. Hepsi birer kalıp, düşünce şekilleri. Yani, bu kalıpların hepsi tehlikeli olabilir, çünkü insanları bölüyorlar. Ve din de insanları bölmüştür. Törenleri, fikirleri, inançları, kurtarıcıları. Şimdi, bunların hepsinden kurtulmak zeka ister, araştırma ve çalışma ister. Kimse bunu yapmaya istekli değil. Çocukluk çağından beri bize kıyaslama öğretildi. "Kardeşin gibi akıllı olmalısın," diyoruz Ya da okulda başkasından daha iyi notlar alsan iyi edersin. Yani sürekli kıyaslanıyorsunuz. Ve kıyaslamayı öğreniyorsunuz. Öyle değil mi? Ben diyorum ki, kendinizi kimseyle kıyaslamayın! Tamam mı? Bunu duydunuz mu? Tamam mı? Şimdi, neden kıyaslarsınız? Kimin daha iyi olduğunu bulmak için. Sizin daha iyi olup olmadığınızı anlamak için. Yani sen kendini onunla kıyaslıyorsun. O senden çok daha zeki, çok daha parlak, daha akıllı, ve kendini onunla kıyaslararak sen sönük olursun. Ama kıyaslamazsan, sönük olur musun? Hayır. Şey... Dinle dinle, çok dikkatli dinle. Okullardaki sınavlarda, hayat boyu kıyaslama yapılıyor. Öğretmenine kıyaslamamasını söyle. Seninle öğretmenin arasındaki ilişki, o senden daha çok şey biliyor, değil mi? Akademik olarak. Akademik olarak! Vay canına! Akademik olarak sen ondan daha çok biliyorsun. Şimdi, o sana biyoloji öğretiyor ve... sana not veriyor, değil mi? ... kademe kademe bu sınavı geçmene yardımcı oluyor. Peki, o size sınav fikri olmadan bir şey öğretebilir mi? Siz kendinizi nasıl test edersiniz, efendim? - Neyde? - Sınav olmadan. Kendinizi sınav olmadan nasıl test edersiniz? Yani diyorsunuz ki sınav size nasıl öğrendiğinizi söyleyecek. - Belki de, efendim. - Dinle, çok acelecisin. Keşfet. Hepiniz sınavlara o kadar alışkınsınız ki. Bu sizin geleneğiniz. Alışkanlığınız. Ve bunu sorguladığınız zaman, "Evet, şimdi ne yapacağım" deyip strese giriyorsunuz, korkuyorsunuz. Ben öğrenciyken, İngiltere'de okuyorken, tek bir sınavı bile geçmedim. Tamam? Bütün sınavlara girdim ama yapamadım. Hiçbir şey yazmadan salonda öylece oturdum. Bütün bunlarla ilgileniyor musunuz? Hayatı ne olarak görüyorsunuz? Hayatınız, nedir sizin hayatınız? Günlük yaşadığınız o hayat nedir? Bağımlılık, acı, sinir, öfke, keder... Bunların hepsini biliyorsunuz, değil mi? Bu sizin günlük yaşamınız. Tapınağa gitmek ve çanla bir çeşit sesler çıkarmak, puja (bir çeşit ayin) yapmak, yoga yapmak. Bu söylediğimiz, bizim hayatımız. Peki, dindar bir yaşamla neyi kastediyorsunuz? Siz söyleyin. Din sizin için ne ifade ediyor? Bir kelime. Din kelimesi tüm enerjinizi toplamak anlamına gelir. Tüm anlamı bu. Anlıyor musunuz, efendim? Soruşturmak, keşfetmek için bütün enerjinizi toplamak. Doğru mu? Tüm tapınak, tören saçmalıkları veya diğerleri değil; tüm bunlar kafanızda olan şeyler. Hepiniz nasıl da onaylıyorsunuz, görüyorsunuz değil mi? Toplanma anlamına gelen kelime ile yani... sahip olduğunuz her bir enerji zerresi ile neyin doğru, neyin gerçek olduğunu sorgulayın. Meditasyonun ne olduğunu sorgulayın. İnsanların neden şu an böyle yaşadığını sorgulayın. Acının bir sonu olup olmadığını sorgulayın. Sevginin ne olduğunu sorgulayın. Bir kişi çaba ve kontrol olmaksızın yaşayabilir mi? Bütün bunlar o kelimede ima ediliyor. Dindar bir hayat, kendin için bir ışık olmayı ima ediyor. Bu da demek ki dışarda bir otorite yok. Manevi bir otoritenin olmamasından bahsediyoruz. Konuşmacı olarak, ben de dahil. Herhangi bir otoriteniz var mı? manevi otoriteniz? Çeşitli gurularınız var, Mahatma Gandhi, Sayın Gandhi ve benzeri, altıncı beşinci, dördüncü, üçüncü yüzyıldan şimdiye. Ve şimdi neredesiniz bu bin yıllar boyunca yönlendirildikten sonra? Neredesiniz? Yoksa siz hala yönlendirilmek mi istiyorsunuz? Öyleyse soruyorum, biz size soruyoruz, kibarca, geleneklerinizi çöpe attınız mı? Geleneklerden kastım; milliyetçilik, sizin kast sisteminiz, inançlarınız, sizin ritüelleriniz, tapınaklara gitmeler. Bunların hepsi. Kurtuldunuz mu bunlardan? Hayır mı? Hayır. O zaman dindar bir yaşamın ne olduğunu nasıl keşfedeceksiniz... körken? Dindar bir yaşamın ne olduğunu keşfetmek istiyorsunuz, ama küçük sığınağınızdan dışarı da çıkmayacaksınız. Değil mi? Geleneğinize bağlısınız. Yetenekli bir zihin, ve gerçekten sevebilen bir kalp talep eden bir şeyleri sorgulamak istiyorsunuz. Kendinizi geleneğinizden, kültürünüzden, inancınızdan özgür kılmadan, nasıl bir şey keşfedebilirsiniz? Gita'nın, Upanişadlar'ın ya da diğer kitapların dediklerini tekrarlayıp durabilirsiniz. Ne değeri var bunun? Geçen gün bazı guruların Gita (kutsal bir kitap) üzerinden ders veya söylev verdiğini duydum. Doğru mu bu? Ve yüzlerce, binlerce kişi gidip bunları dinliyor. Ne değeri var bunun? Nedir hepimizin oynadığı bu çocuk oyunu böyle? Besbelli kişi kendi trajedisini göremiyor. Değil mi, efendim? Kendimin, insanoğlunun geri kalanını temsil ettiğimi kavradığımda, psikolojik olarak, neden başkasının söylediğini kabul edeyim ki? İnsanoğlu benim. "Ben", insanoğlunun tarihi, insanoğlunun kitabıdır. Bunu okumasını biliyorsam, başkasına ihtiyaç duymam. Öyleyse, bozulma olmadan, önyargı olmadan, seçim olmadan, kitabın içeriğinin, yani 'ben'in farkında olabilir miyim? Bozulmadan, çok dikkatli bir şekilde okumak, büyük oranda dikkat, büyük oranda enerji, yoğunluk, aciliyet gerektirir. Tüm bunları yapmaya isteksiziz çünkü... bunun çok yorucu olduğunu düşünüyoruz. "Çabucak ne yapacağımı söyle ki yapayım." Ya da yapmayabilirim. Genelde, yapmayabilirim. Ve kişisel kanıma göre başkası tarafından psikolojik bir rehberlik almak; bu ister dinsel rehberlik olsun, ya da bir psikolojik rehberlik olsun, tümüyle yanlış. Böylece insanları çocuğa dönüştürüyorsunuz: rehberlik edilmesi, ne yapılması söylenen, cesaretlendirilen Hepimiz yetişkin insanlarız 5 ya da 10 milyon yıldan sonra. Olmayanın reddilmesi ile olan var olabilir. Yani, sevgi arzu değildir. Sevgi haz değildir. Sevgi hatıra değildir. O ölüm kadar güçlü, hayat kadar mühimdir. Görüyorsunuz ya, sevgi sadece ortada acı olmadığında var olabilir. Acı kişiseldir. Aynı zamanda da evrenseldir. İnsanoğlu sürekli acı çekiyor. Ve insan acıyı birleştirmeye çalışıyor sevgi dediği şeyle. Ve böylece durmadan bir çelişki, bir ikilik meydana geliyor. Tersine bunların hepsini yani sevgi olmayan herşeyi redderseniz, o zaman diğer şeyin müthiş bir güzelliği olur, kendi ait büyük gücü ve canlılığı ile beraber. O zaman neden matematik öğrenmeniz gerekiyor? Çünkü matematiğin bir parçası düzendir. 2 + 2 + 2 6 yapar. Bu düzendir. Doğru mu? Sıralıdır, öyle olmalıdır. Yani matematik, acayip karışıktır ve hepsi bir düzen ve sıralamadır. Doğru mu? Biz başka birine olan sorumluluğumuzun farkında mıyız? Eğer kişinin bir ailesi, eşi ve çocukları varsa, o çocuklardan sorumlu musunuz? Önemsediğiniz, sevgi beslediğiniz çocuklardan. Onların sağlıklı, iyi birer vatandaş olmalarıyla ilgileniyor musunuz? Eğer çocuklarınız varsa, kendinizi onlar için sorumlu hissediyor musunuz? Doğru eğitim almaları, böylece bir savaşta öldürülmemeleri için? Böylece vasat olmayacaklar. Ya da bunlar için zamanınız yok. Çünkü dışarı çıkıp, bir insan, bir erkek, bir anne olarak para kazanmak zorundasınız. Ve şimdi olduğu gibi çocuklara ayrılacak çok az zaman kalıyor. Gerçek bu. Nerede o zaman sizin sorumluluğunuz? Ah tabii, siz bunlarla ilgilenmiyorsunuz. Soruyoruz o zaman, ne ile ilgileniyorsunuz peki? Bence bu makul bir soru. Aşk, özgürlük ve gökyüzünün güzelliği hakkında konuşabilirsiniz, ama bu sadece dışsal bir ilgi. Ama temelde, biz ne ile ilgileniyoruz? Kendimizle. Bu doğru. Kendinizle ilgileniyorsunuz. Değil mi? Bekleyin efendim, bu çok doğru. Her bir insan kendisiyle ilgileniyor. Bunun üstüne kurulu, toplumumuz, kültürümüz, dinimiz. Değil mi? Herkes kendisiyle ilgileniyor. Kendi ilerlemesi ve bununla ilgili geri kalan her şeyle. Siz, bir insan olarak, hepimizin aslında tek olduğunu kavrayabiliyor musunuz? Bir fikir olarak değil, gerçek olarak. Çünkü Hindistan'a gittiğiniz zaman, mutsuzluğu, karmaşayı, gerginliği, insanların umutsuzluğunu görürsünüz... kendi yarattıkları acınası küçük tanrılarına koşuyorlar. Avrupa'ya geliyorsunuz, tamamen aynı şeyler! Onların Mesihi, İsa'sı var. Takip ediyor musunuz? Buraya geliyorsunuz, tamamen aynısı. Anlıyor musunuz, efendim? Öncelikle, farkına varın: sözel olarak değil, kalbinizle, kanınızla tüm düşüncenizle, tüm insanlğın sizinle aynı acıları çektiğini göreceksiniz. Yalnızlık, umutsuzluk bunalımlar, olağanüstü bir belirsizlik, güvensizlik, ister 15 bin km uzakta ister 3 bin km uzakta, ister burada yaşıyor olsunlar. Herkes psikolojik olarak birbirine bağlıdır. Eğer içsel bir şekilde, yüreğinde, kanında kalbinde, zihninde bunun farkına varabiliyorsan, işte o zaman sorumlusun demektir. Bir insan olarak, tüm bunları dinlediniz. Neden değişmiyorsunuz? Sizi engelleyen nedir? Eğer her birimiz bu soruyu sorarsa, sözel olarak değil, veya entellektüel olarak, eğlence amaçlı değil, çok ciddi ve derin bir şekilde sorarsanız, cevabınız nedir? İnsanların bin yıldan bin yıla hep aynı şekilde yaşaması konusunda cevabınız nedir? Neden değişmediler? Neden siz, şu anda beni dinleyenler, neden değişmiyorsunuz? Değişmemenin sonuçlarını biliyorsunuz. Milliyetçi olacaksınız. Bir gruba ait olup, dar görüşlü, izole olacaksınız, bu yüzden evrensel bir ilişkiniz olmayacak. Savaş, savaş, savaş. Birbirimizi yok etmek için daha çok silah üretiriz. Şimdi, eğer bu konuda gerçekten ciddiyseniz, neden şu soruyu kendinize sormuyorsunuz? Neden ben, bütün bunları yaşayan bir insan olarak, neden değişmiyorum? Nedir cevabınız? işin özü, hayat birdir. Evrensel bir birleşik hareket. Ve aynı şekilde, bizim bilincimiz de tüm insanoğlu ile ortaktır. O zaman, ben kökten değişirsem, bu mutlaka insanoğlunun tüm bilincini etkileyecek. Peki, neden değişmiyorsunuz? Çeviren: Fuat Kaleli