Tüm icat ettiğimiz,
kilisedeki semboller,
törenler,
hepsi düşünce tarafından oluşturuldu.
Düşünce bu şeyleri
icat etti,
kurtarıcıyı icat etti,
Hindistan'daki tapınakları
ve tapınakların içindekileri icat etti.
Düşünce, bütün bu kutsal denilen
şeyleri icat etmiştir.
Bunu inkar edemezsiniz.
O halde düşünce kendi içinde
kutsal değildir.
Dolayısıyla düşünce Tanrıyı
yarattıyorsa o Tanrı kutsal değildir.
Öyleyse kutsal olan nedir?
Bu ancak şöyle...
anlaşılabilir veya olabilir:
korkudan,
acıdan,
tamamem özgürleşilirse,
ve de sevgi hissi var ise
kendine özgü zekası ile
şefkat ile beraber.
Ve sonunda zihin
tamamen sakinleştiğinde
o kutsal olan şey gerçekleşebilir.
Bir yaz günü öğleden sonra
geç saatlerdeydi.
Sahilin yakınlarında,
bir grup çocuk oynuyordu.
Çocuklardan biri,
bakımsız ve aşırı zayıf olsa da
diğerlerinden ayrılıyordu.
Özel bir ışık saçtığı
söylenebilirdi.
Saf ve parlak bir atmosfer
onu çevreliyordu sanki.
Bu özelliklerinden dolayı
bu çocuk diğerlerinden ayırılyordu
ve yaklaşan 'Dünya Öğretmeni' için
bir araç olarak seçildi.
Bu keşif tek başına
bir durum değildi...
çünkü insanlığın yeni bir çağa
girdiğine inanılıyordu,
beraberinde yeni bir Mesih'in
geleceği bir çağa.
19. yüzyılın başlarında
bilim, insanlığın kurtarıcısı olarak
dinin yerini almaya başlamıştı.
Monolitik kilise
bölündükçe,
bilim ile din arasında
denge sağlayan
yeni kurumlar ortaya çıktı.
Bu yeni kurumlardan biri olan
Teosofi Derneği,
tüm dünyaya hızlı bir şekilde
yayılmaktaydı.
Dernek, Rusya doğumlu
Helena Petrovna Blavatsky
ve Amerikalı Henry Steel Olcott
tarafından kuruldu.
Amaçları ise,
eski doğu dinlerinin ardındaki
gerçeği aramak,
doğanın açıklanamayan
kanunlarını araştırmak
ve evrensel kardeşliği
güçlendirmekti.
Bu fikirler o denli ilgi görmüştü
ki 1881 yılı itibarı ile
100.000'i aşkın coşkun üyesiyle,
bu topluluk dünya çapında
bir kuruma dönüştü.
Helena Blavatsky metafizik ilminin
derin bir öğrencisiydi...
ve psişik güçleri olduğuna
inanan insanlar tarafından
takip edilen biri oldu.
Bazılarınca şarlatan
diye dalga geçilse de
aslında o ciddi
bir yazardı...
ve 1888 yılında
en iyi eseri olan
2 devasa ciltlik
"Gizli Öğreti"yi yayınladı.
Genç gazeteci Annie Besant,
kitabı incelemesi için
Londradaki Review of Reviews
tarafından görevlendirildi.
Kitabın sayfalarını çevirdikçe
okuduklarından hayrete düştü.
Ona, kopuk haldeki
gerçeğin parçaları...
yüce bir bütünlük içinde
artık görünür oldu.
Hayatının karmaşaları,
çıkmazları ve problemleri
sanki yok olmuştu.
Birkaç hafta içinde
Annie Besant hayatını
Teozofiye adamaya karar verdi.
Bu ani karar
tezcanlı
Bayan Besant için
olağandışı bir şey değildi.
Konuşmacı, eğitimci,
feminist olarak
Viktorya devri İngilteresinde
çok tanınan bir insandı.
Ayrıca işçi hareketinin
oluşmasında da öncülük yapmıştı.
Kibritçi kızların çalıştığı
Bryant and Mays
fabrikasındaki grevi
düzenlemişti.
Kendisinin sosyal adalet
duygusu,
onu Sidney Webb,
George Bernard Shaw
ve Ramsey Mcdonald gibi
isimlerle beraber
Fabian sosyalisti yapmıştı.
Blavatsky'nin ölümünden sonra,
Annie Besant topluluğun başına geçti.
Ve Teozofi düşüncesinin
en etkili ismi oldu.
Blavatsky'nin
hantal felsefesini alıp,
popüler bir harekete dönüştüren
o oldu.
Dünyadaki çoğu dinler, kriz zamanlarında
insanlığa yardım edecek
bir kahramandan,
kurtarıcıdan söz eder.
"Gizli Öğreti" kitabında
Blavatsky,
böyle bir öğretmenin
gerçeği nasıl tanımlayacağını
yeni bir medeniyetin koşullarına
göre tasvir etmişti.
Yıllar boyunca, bu konu
Besant'ın aklını meşgul ediyordu.
1900'lerde, büyük bir ruhani liderin
yeniden ortaya çıkmasının
zamanının geldiğine
iyice ikna olmaya başladı.
Hatta, Hindistan, Amerika ve Avrupa'da
gelecek dünya öğretmeni
üstüne konuşmalar yapıyordu.
Topluluk içinde
beklentiler artmaya
ve binlerce insan Besant'ı
dinlemek için toplanmaya başlamıştı.
Charles Webster Leadbeater
topluluğun etkili isimlerinden
bir başkasıydı.
O ve Besant birlikte
çok yakın çalıştılar.
Tıpkı yıllar önce,
Olcott ve Blavatsky'nin
yaptığı gibi
birbirlerini tamamlıyorlardı.
1909 yılıydı.
C. W. Leadbeater Hindistan'a taşındı...
Ve şimdi Adyar'da,
Madras yakınındaki,
Teozofik Derneği'nin
genel merkezinde yaşıyordu.
Her gün,
arkadaşlarıyla beraber
Bengal Körfezinin
sahilinde gezinirdi.
İşte orada, o genç
Jiddu Krishnamurti keşfedildi.
Çocuğun zayıf,
bakımsız görünümüne rağmen,
Leadbeater, çocukta öylesine
göze çarpan bir nitelik gördü ki
uzun süredir beklenen kehaneti
gerçekleştirecek
kişinin bu Brahman
çocuk olduğunu ilan etti.
Krishnamurti'nin...
dünya öğretmeni olması için
yetiştirilmeye başlandı.
Çocuğun annesi Sanjeevamma,
birkaç yıl önce ölmüştü
ve 14 yaşındaki çocuk
babası ve üç erkek
kardeşiyle beraber
Topluluğun binasının
hemen dışındaki yerde
yaşamaya başlamıştı.
Hayalperest çocuk
sıtmaya yakalandı
ve bu hastalık onu sık sık
okuldan mahrum etti.
Alçakgönüllüydü...
ve başkalarının tavsiyelerine
kendini kolayca kaptırıyordu.
Sanki başka bir dünyada
yaşıyor gibiydi.
Genellikle etrafındaki
olaylara ilgisizdi.
Tuhaf bir boşluk vardı.
Krishnamurti ve küçük kardeşi
Nityananda
birbirlerine özellikle yakındı.
Büyük şeyler için yetiştirilme
fırsatından ona bahsedildiğinde,
Nitya yanında olmazsa
bunu kabul etmeyeceğini söyledi.
27 Kasım 1909 yılında
Annie Besant
Hindistan'a döndü...
ve ilk kez kardeşlerle
tanıştı.
Aralarında şefkatli bir bağ
oluşmuştu,
ve utangaç Krishnamurti'ye
bir anne, öğretmen ve arkadaş olmuştu.
Annie Besant için çocuğun
geleceğine rehberlik etme
sorumluluğu
kutsal bir ilişkiye dönüşmüştü.
Ve sonunda Krishnamurti'yi
dünyaya tanıtma zamanının
geldiğine karar verildi.
Bu amaçla, Doğu Yıldızı Örgütü
oluşturuldu.
Başında ismen Krishnamurti'nin
olduğu bu örgüt,
Annie Besant'ın rehberliğinde
dünya öğretmenini
ve söylemlerini
kabul ettirme umuduyla üyeleri
hazırlamaya başladı.
Aynı yıl, Benareste yapılan
Teozofi Kongresinde
yaklaşık 400 yeni üye
Yıldız Örgütüne katıldı.
Üyeler Mesihin
gelişiyle ilgili
konuşurken, ufukta muhteşem
bir gelecek resmediliyordu.
Yeni üyeler, duygu seliyle
çocuğun ayaklarına kapandılar.
Besant, Krishnamurti'nin
dünya öğretmenliği için
gerçekten bir aracı olduğunu
resmen açıkladı.
1911'in sonlarında
her şey düzenlenmiş
ve çocuğun kaderi
neredeyse planlanmıştı.
Çocukların babası Narianiah,
hemen ikna olmadı.
Bu tanrılaştırma, onu Hindistan'da
kolayca alay konusu yapabilirdi.
Bu yüzden Besant'ı onların
vasiliğinden men etmekle tehdit etti.
Besant hemen müdahale etti.
İngiliz eğitiminin avantajlarını
açıkladı ve çocuklarının
Oxford
mezunu olmasının
özel avantajlarını
vurguladı.
19 Ocak 1912 de Narianiah,
Krishnamurti ve Nitya'nın
İngiltere'ye götürülmesine izin veren
belgeyi imzaladı.
Bu ayrılığın 10 yıl süreceğinden
ve uzun bir dava konusu
olacağından habersizdi.
İngiltereye varış haberleri
çabucak yayıldı.
Charing Cross İstasyonunda
büyük bir kalabalık
gelen grubu karşılamak için hazırdı.
Bir İngiliz Teozofist,
Krishnamurti'yi şöyle tanımlıyordu:
''Neredeyse omuzlarına kadar gelen
uzun, siyah saçlarıyla
ve boş bakan, inanılmaz
siyah gözleriyle, tuhaf bir endam''
Avrupa'ya ilk kez
gittiğimde,
zengin, iyi eğitimli
ve toplumda sosyal gücü olan
insanların arasında yaşadım.
İnsanların yüzlerini izleyerek
sokaklarda gezindim.
Tiyatrolara gittim.
İnsanların mutsuzluklarını unutmak için
kendilerini nasıl eğlendirdiklerini gördüm
Politik, sosyal ve dini güce sahip
insanlar gördüm.
Genç insanların
eğlencelerini izledim.
Fakirlerin yaşadığı yerlere gidip
onlara hizmet etmeyi isteyen
insanlar gördüm.
Yardım etmek istiyorlardı
ama kendilerinin
yardıma ihtiyacı vardı.
Eğer sen de o hastalığa
tutulmuşsan,
başkalarını nasıl iyileştirebilirsin ki?
Her şeyi sorguladım...
Çünkü olayları kendim
keşfetmek istiyordum.
Annie Besant, Londra'daki
Queen's Hall'da
üç heyecan verici
konferans verdi.
Hareket, güç topluyordu.
Besant Hindistan'a döndüğünde,
bir sürü öğretmen eşliğinde
çocuğun eğitimi başladı.
Genç adamın
etrafı sürekli
öğretmenler ve dikkatli müritler
tarafından sarılmıştı.
Hiç yalnız kalamıyor,
normal bir yaşamı arzuluyordu.
Hoşnutsuzluğu gittikçe artıyor
ve hazırlandığı role olan
tüm ilgisini kaybediyordu.
1914 yazında,
İngiltere Büyük Savaş'a girdi.
İletişim olanakları çöktü
ve çocuğun inzivası yoğunlaştı.
Krishnamurti gittikçe
daha çok rahatsız olmaya başladı.
Annie Besant
sık sık ona yazıyor,
mutluluğun sadece önündeki
işte saklı olduğunu hatırlatıyordu.
Besant'a karşı derin bir sevgi
ve sadakat hissetmesine rağmen,
içsel olarak
sessiz bir devrim gelişiyordu.
Her şeye karşı uzun süredir
bir başkaldırı içerisindeyim:
Başkalarının otoritesine karşı,
başkalarının yönlendirmesine karşı,
başkalarının bilgilerine karşı.
Kendi başıma bulana kadar
hiçbir şeyi
gerçek olarak
kabul etmedim.
Diğerlerinin fikirlerine
asla karşı çıkmadım.
Fakat onların otoritelerini
ya da hayat görüşlerini
kabul etmedim.
O başkaldırma halinde
olana kadar,
her şeyden,
her dogma ve her inançtan
hoşnutsuz olana kadar,
gerçeği bulamayacaktım.
Kardeşler üniversite sınavlarını
geçmek için çok sıkı çalıştı.
Nitya fazla zorluk çekmedi,
fakat Krishnamurti yavaş ve
ilgisiz bir öğenciydi.
Ne Oxford'e ne de Cambridge'ye
kabul edilmeyeceği
kesin olarak anlaşılınca
herkes hayal kırıklığına uğradı.
1918 yılında savaşın bitmesi
Teozofistlerin daha aktif
çalışmasına yol açtı.
Hindistan'da, Annie Besant
politik hareketler
ve eğitimle ilgili sorunlarla
oldukça meşguldu.
Gandhi ve diğerleriyle beraber,
Hindistan'ın bağımsızlığı için
uğraş verenlerin başında geliyordu.
Fakat söylevlerinde,
dünya öğretmeninin ve insanlık
için mesajının önemini
vurgulamaya devam ediyordu.
Krishnamurti yavaş olgunlaşıyordu
ve anavatanından 10 yıl
uzak kaldıktan sonra,
sonunda çalışmalarına Adyar'da
başlamansına karar verildi.
Aralık ayının sonlarına doğru
kardeşler Bombay'a vardılar.
Besant için uzun süredir
beklenen gün gelmişti...
çocuk olarak geride bıraktığı
iki kardeşin,
yetişkin olarak
dönmeleriyle beraber.
Hindistan'a geldiğimde,
oradaki insanların da
aynı şekilde
kendilerini kandırdıklarını,
eski geleneklerini
devam ettirdiklerini,
kadınlara zalimce
davrandıklarını gördüm.
Aynı zamanda da kendilerini
çok dindar olarak görüyorlardı
ve yüzlerini
küllerle boyuyorlardı.
Hindistan, dünyanın en kutsal
kitaplarına sahip olabilir,
en iyi filozoflara
sahip olabilir,
geçmişte muhteşem tapınaklar
inşa etmiş olabilir
ama bunların hiçbiri bana
istediğim şeyi vermedi.
Yıldız Örgütünün
başkanı olarak
utangaç genç adam
kendini işine verdi.
Star yayınları için sayısız
kitap ve makale yazdı.
Yapılması gereken konuşmalar,
gidilmesi gereken toplantılar vardı.
Hindistan, İngiltere
Avustralya, Avrupa'da
konuşmalar yapan
kardeşlerin programı çok ağırdı.
Bu seyahatler Nitya'ya
ağır geldi.
Hastalandı ve kendisine
tüberküloz teşhisi kondu.
Veremliler için uygun
ikliminden dolayı
ve iyileşme için ideal
bir yer olduğundan,
Kaliforniya, Nitya için
dinlenme yeri olarak seçildi.
1922 yazında,
Ojai Vadisindeki
küçük bir kır evinin kiralanması,
genç adamları ilk kez
Amerika'ya getirmiş oldu.
Bayan Besant'a yazdığı mektupta
Nitya, yeni çevrelerini
şöyle anlatıyordu:
''Şeftali bahçeleri ve
portakal ağaçlarının
olduğu uzun, dar vadide
evimiz yeralıyor.
Parlayan sıcak güneş her gün
bize Adyar'ı hatırlatıyor.
Kızılderililer, vadimize Ojai,
ya da yuva diyorlar.
Ve yüzyıllardır, burayı
sığınak olarak kullanmıs olmalılar.''
Bir süre için Nitya
iyileşiyor gibiydi.
Fakat belki de en önemlisi,
kardeşlerin yalnız olmalarıydı.
Mahremiyet, çocukluklarından beri
onlardan esirgenen bir lüks olmuştu.
Ama şimdi vadinin
bu sessizliği içinde
Krishnamurti, kendiyle baş başa kalmak
için bir fırsat yakalamıştı.
Tepelerde tek başına gezindi,
portakal bahçeleri ve
fundalıklar arasında tırmandı.
Günler geçtikçe, tuhaf bir
huzursuzluk ona hakim oldu.
Hastalandı ve yoğun bir acıyla beraber
boğucu ateşten mustarip oldu.
Bu tuhaf durum
yoğunlaştıkça,
bilincini kaybettiği
zamanlar bile oluyordu.
Huzursuz ve yüksek ateşli olmasına rağmen
tek başına gezmekte ısrar ettiyse de
kır evinin yakınındaki
genç biber ağacının altında
dinlenmek zorunda kaldı.
Ve işte orada,
gecenin hareketsizliğinde,
o insan aklını aşan,
hayatını temellerinden sarsan
olay gerçekleşti.
Ağaçların arasından geçen
rüzgarı hissedebiliyordum,
ve çimenin üstündeki
o küçük karıncayı,
kuşları hissedebiliyordum,
ve de tozu.
Ve her bir ses benim bir parçamdı.
Her şeyin içindeydim.
Ya da daha doğrusu her şey
benim içimdeydi.
Yaşadığım şey karşısında,
inanılmaz derecede mutluydum.
Hiçbir şey bir daha
aynı olamazdı.
Hayat pınarının saf ve
temiz suyundan içmiştim.
Ve susuzluğum dinmişti.
Bir daha asla
susamış olamam.
Asla mutlak
karanlıkta kalamam.
Bütün acı ve kederi iyileştiren
o şefkate dokundum.
Kendim için değil,
dünya için.
Yeni kavrayışını anlatmak için
Krishnamurti, dünya çapında
bir konuşma turuna başladı.
Değişim çok açıktı.
Her yerde,
tüm insanlar arasında,
gizli kalmış bir şeyin
arayışı vardı.
Büyük bir bilgi,
ulu bir görüş,
ulu bir anlayış verecek olan
bir idrak arayışı.
Bu insanların 'gerçek' dediği şeydi.
Onlar gerçeğin
uzak diyarlarda,
hayattan,
mutluluktan,
acıdan uzakta bir yerlerde
saklı olduğunu sanıyorlar.
Fakat gerçek,
hayatın ta kendisidir.
Yaşamın kavranması ile
ancak
gerçeğin anlaşılması
mümkün olur.
Bir seyahat sırasında
ani bir kanama,
Nitya'nın sağlığı için
tekrar endişeye yol açtı
Zayıftı, ateşi yüksekti
ve acı çekerek öksürüyordu.
Kardeşlerin tekrar,
Ojai Vadisinin
kuru iklimine
dönmesine karar verildi.
Kaliforniya'ya varınca
Nitya iyileşir gibi oldu.
Krishnamurti, Besant tarafından
Teozofistlerin
50. yıldönümü için,
Hindistan'a çağrıldığında,
istemeyerek de olsa kabul etti.
İki kardeşin arasındaki bağ
hiç olmadığı kadar güçleniyordu.
Yapılacak işler için
Nitya'nın önemi
sorgulanamayacak
derecede fazlaydı
ve bu yüzden yaşaması
çok önemliydi.
Krishnamurti yoldayken, Nitya'nın grip
olduğunu yazan bir telgraf ulaştı.
Daha sonraki telgraf şöyle diyordu:
"Grip oldukça ciddi, benim için dua et."
13 Kasımda
gemi Suez Kanalına girerken
Nitya'nın ölümünü haber veren
telgraf ulaştı.
Bu haber Krishnamurti'yi
tamamen alt üst etti.
Dahası,
tüm yaşam felsefesi,
geleceğe dair
tam olan inancı,
ve Nitya'nın bunlardaki
hayati önemi,
o anda hepsi paramparça
olmuş gibiydi.
Eski bir hayal...
ölmüştü...
ve yenisi doğmak üzereydi.
Yeni bir görüş ortaya çıkıyordu.
Ve yeni bir bilinç
baş gösteriyordu.
Artık hiç olmadığı kadar kesin
bir şekilde biliyorum ki
yaşamda
gerçek güzellik var.
Gerçek mutluluk...
herhangi bir fiziksel olay
sebebiyle bozulamayan
Olup biten olaylar
karşısında gücünü yitirmeyen,
büyük bir kuvvet.
Ve sonsuz,
bozulmayan,
ele geçirilemeyen
müthiş bir sevgi.
Krishnamurti Madras'a vardığında,
çehresi sessiz ve parlaktı.
1925'deki Jubile Kongresinde
Teozofi Topluluğunun
50. yıldönümü kutlanıyordu.
4 gün süren toplantılara
binlerce kişi katıldı
ve dünyanın
farklı yerlerinden
gazeteler de bu gelişmeleri
heyecanla bildirdiler.
Kongrenin ardından
Yıldız Kongresi yapıldı.
Bu zamana kadar Doğu Yıldızı Örgütü
45.000 üyeye ulaşmıştı.
Adyar'ın devasa hint inciri
ağacının (banyan) dalları altında
Krishnamurti, dünya öğretmeni
üstüne konuşuyordu.
Alacakaranlıkta, ifadesi
güçlü ve sertti,
sanki ruhun derinliğine bakar gibi
gözleri yarı kısıktı.
O konuştukça, dinleyiciler arasına
derin bir sessizlik yayıldı.
Bazıları etrafını bir ışığın
çevrelediğini düşündü.
Ve birçoğu, bizzat Mesihin
huzurunda olduklarına
inanıyorlardı.
Genç adam, derin bir bölünmenin
de odağı olmaya başlamıştı
Binlerce insan onu dünya öğretmeni
olarak kabul ederken,
diğerleri, ona gösterilen ilgi
ve hayranlıktan rahatsız oluyordu.
Birkaç yıl önce
Hollanda'da,
Baron Phillip van Pallandt,
ailesinden miras kalan
Eerde Şatosunu,
Yıldızı Örgütü'ne vermişti.
Bu 18. yüzyıldan kalma şatoyu,
2000 hektarlık ağaçlık alan çevreliyordu.
Şato, küçük grupların
yıllık buluşmaları için
toplanma yerine dönüştürülmüştü.
Krishnamurti'deki
değişim,
bir hafta sonra 1926 yılındaki
Ommen Yıldız kampında,
daha da belirginleşecekti.
Eerde Şatosu yakınlarındaki
Ommen Kampı, her ülkeden
2 binin üzerinde insanı çekmeyi başardı.
Toplantılar ve yemekler için
devasa çadırlar vardı.
Söylevler veriliyordu.
Ve her akşam...
Krishnamurti açık havadaki ateşin
etrafında, kalabalığa sesleniyordu:
Mutlu olmak için,
dinlere ihtiyacımız var mı?
Sevmek için,
tapınaklar mı yapmamız gerekiyor?
Gerçek, ne tapınakların
karanlık mabetlerinde,
ne de örgütlenmiş toplumların iyi
aydınlatılmış konaklarında bulunabilir.
Ne kitaplarda,
ne de törenlerde bulunabilir.
Rüzgarın gürlediği, dalgaların
birbiriyle çarpıştığı
denize doğru bir gidin.
Tüm bu güzelliği toplayıp,
hapsetmek mi istiyorsunuz
dar bir tapınağa?
Zihninizin ya da
kalbinizin
bir şeye ya da
birine bağlanmasına
asla izin vermeyin.
Eğer izin verirseniz,
başka bir din,
başka bir tapınak
kurmuş olacaksınız.
Küçük tanrılar yaratıp
bunlara türbelerde tapınmamalısınız.
Güneşe sahipken
bir mum ışığında ibadet
etmeyi kim ister ki?
Krishnamurti'nin hakkikat üstüne
olan görüşünü
sadece Teozofinin usul
ve yapısıyla değil
örgütlü tüm dinlerinki
ile de bağdaştırmak
gittikçe güçleşiyordu.
Ruhsal otoriteyi
reddedişi....
topluluğa ve onun daimi üyelerine
karşı bir tehditti.
Topluluk çökme aşamasına gelirken,
ortada çok açık bir düşmanlık vardı.
Sınırlar çizilmişti: Bazıları açıkça
onun yanında yer alırken,
diğerleri topluluğun değerli inançlarına
sıkı sıkıya bağlıydılar.
1911' dan beri
Krishnamurti'ye yakın olan
Lady Emily Lutyens
birçok kişinin hissettiği
bu şaşkınlığı şöyle paylaşıyordu:
''Ne kadar tuhaf'' diyordu,
''17 yıl boyunca dünya öğretmeninin
gelmesini bekledik...
ve şimdi o konuştuğunda
ya üzülüyoruz ya da sinirleniyoruz.
Kendi işimizi kendimizin
halletmesini sağlıyor.
Bu ondan bekleyeceğimiz
en son şeydi.''
1928 yılının mayısında,
Güney Kaliforniya'nın her daim yeşil olan
meşe ağaçlarının altında,
ilk Ojai Yıldız Kampı yapıldı.
Fakat her yeni konuşma
ve buluşma ile
ayrılıklar daha çok
günyüzüne çıktı.
Kötüye giden sağlığı yüzünden
Annie Besant,
resmi randevularını iptal etmek
zorunda kaldı.
Fakat Krishnamurti'nin
söyledikleriyle
Teozofiyi bağdaştırmaya
yine de devam etti.
Eski Hindu yazıtlarından
alıntılar yapıyordu:
'Bütün yollar aynı ruhsal
amaca çıkar.'
Fakat çabalarına rağmen,
ayrılıklar arttı.
Kibar basmakalıp
sözlere yer yoktu.
Varolan dinlerin birleştiriciliği
söz konusu değildi.
'Törenler ve örgütlü dinler
birer engel,
gerçeğe karşı dikkat dağıtan
birer unsur' diyordu.
Hiçbir yöntem sunmadı.
Takip edilecek adımlar,
ruhsal gelişmeyi garantileyecek
bir sistem yoktu.
Gerçeğe dair algısı
kesindi.
Hollanda'da
3 Ağustos 1929'da,
Ommen Toplantısı sırasında
Besant ve 3000'in üzerinde
Yıldız üyesinin huzurunda
Krishnamurti
Yıldız Örgütü'nü dağıttı.
Böylece kendisi için söylenen
tüm iddialardan özgürleşmiş oldu.
Bana göre,
gerçeğin yolu yoktur.
ve ona herhangi bir yol,
bir din,
bir tarikat,
ya da başka bir şey
aracılığı ile ulaşamazsınız.
Bu benim bakış açım.
Ve ben buna, kesinlikle
ve kayıtsız şartsız bağlıyım.
Gerçek,
sınırsız,
koşulsuzdur
ve gerçeğe
herhangi bir yolla ona ulaşılamaz.
O düzenlenemez.
Ya da herhangi bir kurum
oluşturulamaz:
belirli bir yolu takip için
sizi zorlayarak veya yöneterek
Eğer bu amaçla bir
kurum oluşturulursa,
bu bir kösteğe,
bir zayıflığa, bir esarete
dönüşür
ve bireyi felç eder
ve onu koşulsuz,
mutlak gerçeği
keşfetmekten alıkoyar.
Başka kurumlar oluşturabilir,
ve başka birini bekleyebilirsiniz.
Ben bununla ilgilenmiyorum.
İlgilendiğim tek şey
insanı
tamamen
ve koşulsuz olarak
özgür kılmaktır.
Bütün dinler
her zaman, sadece bizim
yolumuz,
bizim kurtarıcımız,
bizim sistemimiz,
bizim inancımız,
bizim törenlerimiz var
deyip durdu...
ve sadece bunlarla
kurtuluşu bulacağınız söylendi.
Bu,
bütün dinlerin
değişmez şarkısı oldu.
Yıllar, yıllar önce
şöyle bir şey demiştim,
öylesine,
doğruydu ki,
doğru ki,
hakikate giden bir yol yoktur.
Hakikat onlara göre
sabit bir nokta.
Ve eğer sabit bir noktaysa
ona giden
birçok yol bulabilirsiniz.
Ama ya sabit bir şey değil de
hareket eden, canlı bir şeyse
-hareketlilik anlamında-
dünyada...
zaman ait olmayan
-ki o başka bir konu-
o zaman doğal olarak
ona giden bir yol olmayacaktır.
Ama görüyorsunuz,
biz böylesine
tehlikeli bir görüş
istemiyoruz.
Biz her şeyi sabit istiyoruz.
Her şeyin bir sonu olsun istiyoruz.
Bir soruyla
devam etmek istiyorum.
İnsanın kendi içinde
derin ve radikal
bir değişim geçirmesi gerekliliği
ne anlama geliyor?
Soruyoruz, temel
psikolojik bir devrime
yol açmak
mümkün müdür?
Derin, sonu olmayan
geri dönülemez bir değişim,
dönüşüm.
Eğer sınırlı,
kontrollü,
sığ
yaşıyorsanız,
tüm insanlığın
bir parçası olduğunuz
gerçeğini anlamak
çok ama çok zordur.
İçinizde
tüm insanlık var.
Siz,
bir insan olarak,
dünyanın bir parçasısınız.
Siz dünyasınız.
Bu bir fikir değil.
Sebep-sonuç analizi şeklinde
ve birinin
'evet bu çok doğru' dediği
entellektüel bir olgu olarak değil.
Tersine, bir gerçek olarak,
siz, bir insan olarak,
tüm insanlığı temsil ediyorsunuz.
Acı çekiyorsunuz.
Sıkıntılısınız.
Emin değilsiniz,
kafanız karışık,
şikayetçisiniz,
korku dolusunuz,
incinmişsiniz,
siz herşeysiniz.
Ve her bir insanda bunlar var.
Yani sizin bilinciniz
tüm insanlığın bilincidir.
Şimdi, acıya son vermek
mümkün mü?
Eğer tüm insanlığın
temsilcisi olan
bir kişide acı
son bulursa,
bu bitiş tüm insanlığın
bilincini etkiler.
Söylediğim şeyleri öylece
kabul etmeyin.
Keşfedin,
sınayın !
Bu, gözlem yapmak için özgür
olmanız anlamına geliyor.
Herhangi bir istek, bir özlem,
bir baskı olmaksızın gözlem yapmak
-bilirsiniz işte.
Hoş bir çiçeği
gözlemlemek gibi.
Tüm dünyada insanların şu basit
gerçeği neden göremediklerini
merak ediyorum:
Eğer milletler olarak
bölünmüşseniz,
dünyaya barış
getiremezsiniz.
Dünyada
bir düzen istiyoruz.
Politik, dini,
ekonomik, sosyal bir düzen.
Birbirimizle olan ilişkilerimizde
bir düzen istiyoruz.
Biraz barış istiyoruz.
Biraz anlayış istiyoruz.
Ve...
Eğer içsel psikolojik
durumunuz düzgün ise,
bir çatışma yoksa,
bir çelişki yoksa,
bilinçteki
bu durumunuz sessizse,
sağlamsa,
net ise,
o zaman dünyaya bir
düzen getirebilirsiniz.
Ama şimdi bizim
yapmaya çalıştığımız şey
kanuni,
milliyetçi
ve benzeri şekillerde
dünyada bir düzen oluşturmak.
Dışarıda bir düzen,
dünyada.
Fakat bunun tamamen
düzensizlik yarattığı
birçok defa
kanıtlanmıştır.
Bu yüzden diyoruz ki
yani konuşmacı olarak
diyorum ki:
İçsel bir düzen olmadan,
yani içsel
bilinç düzeni,
karmakarışıksa,
çelişkiliyse,
içsel, psikolojik
düzen olmadan
dışsal bir düzene de
sahip olamazsınız.
Ve kriz işte orada!
Biz sanıyoruz ki kriz
ulusal
ekonomik, sosyal, vb.
Kriz orada, dışarda değil.
Kriz aslında içerde.
Ve biz bununla yüzleşmeye isteksiziz.
Bu bizim...
eğitimimiz, yaşam tarzımız,
geleneğimiz, vb:
bir başkası size
birşey verebilir.
İsa size kurtuluşa ulaştırabilir.
Bir guru sizi kurtarabilir.
Ya da eşiniz size yardım edebilir.
Bu bizim takılıp kaldığımız,
bozulmuş, eski
bir gelenek olabilir.
Bu tamamen
yanlış bir yaklaşım olabilir.
Siz bir anlayışa sahipsiniz
ve ben bunu anlamıyorum
Ve siz koşullandırılmışsınız,
pardon ama,
bunları bana
verebileceğiniz fikriyle
siz koşullandırılmışsınız.
Doğru mu?
Sonuçta bu
hiç de gerçek olmayabilir.
Psikolojik ve içsel olarak
birilerine bağımlı mısınız?
Diyorsunuz ki, lütfen bana
kibirimden kurtulmam için yardım edin.
Ya da ilişkinizde
kendinizdeki küstahlığı görürsünüz.
Yok oldu.
Birbirimizle olan ilişkiyi
ve kendimi gözlemliyorum.
Ve o gözlem esnasında
ilişkimizde kibirli
olduğumu keşfediyorum.
Yani kibirli olduğumu senin bana
söylemene bağımlı değilim.
Zaten bunun farkındayım.
Bu çok fazla önemli.
Hiç kimse bana yoğunluğu,
güzellik hissini
veremez.
Ben (bunu) alıyorum.
Sonra...
Ben tek başımayım,
takip ediyor musunuz?
İzole olmak anlamında değil.
Bunu keşfetmek için uğraşmalıyım.
Ve bu uğraşın ta kendisi ile
"yoğunluğu" elde ederim.
İçinde yetiştiğim,
başkasına bağımlı olma
anlamına gelen
gelenekten kurtulduğumda,
ve kurtulduğumda,
bunun üstünde çalışmam gerek,
yoksa tükenir giderim,
her iki durumda da.
Eğer
Eğer ondan kurtulursam
enerji ve yoğunluk hissini
zaten elde etmiş olurum.
Böylelikle hiç kimseye
bağımlılığım kalmaz.
İlişkiler üzerinden
kendimi gözlemleyebilir miyim?
Temel olarak,
bütün tepkilerle,
bütün nüanslarıyla,
bütün inceliklerle,
kendimi bir ilişkide
bilebilir miyim?
Şimdi, bir kişinin
bir başkasıyla ilişkisi
hafızaya dayalıdır.
Doğru mu?
Bunu kabul ediyor musunuz?
Ben sizinle ilgili çeşitli imgeler,
görüntüler ve çıkarımlarda bulundum
siz de benimle ilgili olarak
aynısını yaptınız.
Size dair eş, koca, kız,
erkek, arkadaş vb.
farklı imgelerim var.
Yani sürekli bir imge yaratma var.
Doğru mu?
Bu basit, bu normal,
böyle devam ediyor.
Biri evlendiğinde ya da bir kız
veya erkekle yaşamaya başladığında
her olay, her söz,
her hareket bir imge yaratır.
Yanlış mı?
Bu konuda mutabık mıyız?
Bana katılmayın, lütfen.
Sizi bir şeye
ikna etmeye çalışmıyorum.
Aslında bunu siz
kendiniz için görebilirsiniz.
Bir "kelime" kayıtlıdır.
Eğer kelime hoş ise gururunuzu okşar.
Bu güzel.
Hoş değilse,
hemen ondan kaçarsınız.
Ve bu bir imge yaratır.
Memnuniyet bir imge yaratır.
Kaçış, geri çekilme
bir imge yaratır.
Yani, aslında bizim
birbirimizle ilişkilerimiz...
çeşitli
imgelerin , görüntülerin
hassas şekillerine
ve çıkarımlara dayalıdır.
O zaman sende ve de
karşındaki insanda
böyle bir imge varsa,
orada bölünme vardır.
Ve işte bütün çatışma burada başlar.
Doğru mu?
İki imgenin arasında
bölünme varsa
orada çatışma olmalıdır, değil mi?
Yahudi, Arap
Hint, Müslüman
Hristiyan, Komünist
Hepsi aynı olgu.
Bu temel bir kanundur:
İnsanlar arasında bir bölünme varsa
çatışma olmalıdır.
Tüm bu imge yaratma,
gelenekler, hepsi
tek bir çatışma olmadan
bitebilir mi?
Sorumu anlıyor musunuz?
İlgileniyor musunuz bununla?
Ne kadar ödersiniz bunun için?
Yapabileceğinizin hepsi bu.
Bir şeye para ödemekle
onu alabileceğinizi sanıyorsunuz.
Şimdi bu
imge yaratma
mekanizması,
-sadece imge yaratma değil, gelenekler
ve her şeyin kesin olmasını istemek-
tüm bu yapı,
sona erebilir mi?
Doğru mu?
Bu soruyu kendinize soruyor musunuz?
Size orada ne yapmanız gerektiğini
söyleyen kim?
Şuna bakın,
çocukken, aileniz size ne yapıp
ne yapmayacağınızı söyler.
Aynı mantık hayat boyunca
işlemeye devam eder.
Okulda ne yapacağınız
söylenir,
yüksekokulda ne yapacağınız
söylenir,
üniversitede.
Bütün hayat boyunca...
birileri size şunu söylüyor:
bu doğru, bu yanlış,
bu yapılmalı,
bu yapılmamalı.
Bu ne anlama geliyor?
Bir
kendini sorgulama yok.
"Ben aslında insanoğlunun bir parçasıyım"
diye bir deyim yok.
Ki öylesiniz!
Çünkü dünyadaki
tüm insanlar
büyük acılardan,
büyük zorluklardan,
büyük kaygılardan geçiyor.
Kafaları karışık, emin değiller,
güvensizler,
aynı sizin gibi,
dünyanın geri kalanı gibi.
Biz bunu kabul etmiyoruz.
Biz, kendi acımızı
diğerlerinin acısından
tamamen ayrı olarak düşünüyoruz.
Ve...
şöyle bir mantığa
sahibiz:
Ne yapacağımı söyleyen
birileri olmalı.
Papadan başlayarak
fakir semtteki papaza.
Gerçekten
şu soru sorulmalı:
İnanılmaz bir bilgi birikimine
sahip olmalarına rağmen,
neden hiç kimse değişmek istemiyor?
Neden?
Alışkanlık ve kalıpların içinde
kendilerini güvende hissettikleri için mi?
Senin kalıbın, benim kalıbım,
Hristiyan kalıbı,
Hint kalıbı, Budist kalıbı.
Hepsi birer kalıp,
düşünce şekilleri.
Yani,
bu kalıpların hepsi
tehlikeli olabilir,
çünkü insanları bölüyorlar.
Ve din de insanları bölmüştür.
Törenleri,
fikirleri,
inançları, kurtarıcıları.
Şimdi, bunların
hepsinden kurtulmak
zeka ister,
araştırma ve çalışma ister.
Kimse bunu yapmaya istekli değil.
Çocukluk çağından beri
bize kıyaslama öğretildi.
"Kardeşin gibi
akıllı olmalısın," diyoruz
Ya da okulda başkasından
daha iyi notlar alsan iyi edersin.
Yani sürekli kıyaslanıyorsunuz.
Ve kıyaslamayı öğreniyorsunuz.
Öyle değil mi?
Ben diyorum ki,
kendinizi kimseyle kıyaslamayın!
Tamam mı?
Bunu duydunuz mu?
Tamam mı?
Şimdi,
neden kıyaslarsınız?
Kimin daha iyi olduğunu bulmak için.
Sizin daha iyi olup olmadığınızı
anlamak için.
Yani sen kendini
onunla kıyaslıyorsun.
O senden çok daha zeki,
çok daha parlak, daha akıllı,
ve kendini onunla kıyaslararak
sen sönük olursun.
Ama kıyaslamazsan,
sönük olur musun?
Hayır. Şey...
Dinle dinle,
çok dikkatli dinle.
Okullardaki sınavlarda,
hayat boyu kıyaslama yapılıyor.
Öğretmenine kıyaslamamasını söyle.
Seninle öğretmenin
arasındaki ilişki,
o senden daha çok
şey biliyor, değil mi?
Akademik olarak.
Akademik olarak!
Vay canına!
Akademik olarak sen ondan
daha çok biliyorsun.
Şimdi, o sana
biyoloji öğretiyor
ve...
sana not veriyor,
değil mi?
... kademe kademe bu sınavı
geçmene yardımcı oluyor.
Peki, o size sınav fikri olmadan
bir şey öğretebilir mi?
Siz kendinizi nasıl
test edersiniz, efendim?
- Neyde?
- Sınav olmadan.
Kendinizi sınav olmadan
nasıl test edersiniz?
Yani diyorsunuz ki
sınav size
nasıl öğrendiğinizi söyleyecek.
- Belki de, efendim.
- Dinle, çok acelecisin.
Keşfet.
Hepiniz sınavlara
o kadar alışkınsınız ki.
Bu sizin geleneğiniz.
Alışkanlığınız.
Ve bunu
sorguladığınız zaman,
"Evet, şimdi ne yapacağım" deyip
strese giriyorsunuz,
korkuyorsunuz.
Ben öğrenciyken,
İngiltere'de okuyorken,
tek bir sınavı bile geçmedim.
Tamam?
Bütün sınavlara girdim
ama yapamadım.
Hiçbir şey yazmadan
salonda öylece oturdum.
Bütün bunlarla ilgileniyor musunuz?
Hayatı ne olarak görüyorsunuz?
Hayatınız, nedir sizin hayatınız?
Günlük yaşadığınız
o hayat nedir?
Bağımlılık, acı,
sinir, öfke, keder...
Bunların hepsini biliyorsunuz, değil mi?
Bu sizin günlük yaşamınız.
Tapınağa gitmek
ve çanla bir çeşit
sesler çıkarmak,
puja (bir çeşit ayin) yapmak,
yoga yapmak.
Bu söylediğimiz, bizim hayatımız.
Peki, dindar bir yaşamla
neyi kastediyorsunuz?
Siz söyleyin.
Din sizin için ne ifade ediyor?
Bir kelime.
Din kelimesi
tüm enerjinizi toplamak
anlamına gelir.
Tüm anlamı bu.
Anlıyor musunuz, efendim?
Soruşturmak, keşfetmek için
bütün enerjinizi toplamak.
Doğru mu?
Tüm tapınak, tören
saçmalıkları
veya diğerleri değil;
tüm bunlar kafanızda olan şeyler.
Hepiniz nasıl da onaylıyorsunuz,
görüyorsunuz değil mi?
Toplanma anlamına gelen
kelime ile yani...
sahip olduğunuz
her bir enerji zerresi ile
neyin doğru,
neyin gerçek olduğunu
sorgulayın.
Meditasyonun ne olduğunu
sorgulayın.
İnsanların neden şu an böyle
yaşadığını sorgulayın.
Acının bir sonu olup
olmadığını sorgulayın.
Sevginin ne olduğunu
sorgulayın.
Bir kişi
çaba ve kontrol
olmaksızın yaşayabilir mi?
Bütün bunlar o
kelimede ima ediliyor.
Dindar bir hayat,
kendin için
bir ışık olmayı
ima ediyor.
Bu da demek ki
dışarda bir otorite yok.
Manevi bir otoritenin
olmamasından bahsediyoruz.
Konuşmacı olarak, ben de dahil.
Herhangi bir otoriteniz var mı?
manevi otoriteniz?
Çeşitli gurularınız var,
Mahatma Gandhi, Sayın Gandhi
ve benzeri,
altıncı
beşinci, dördüncü, üçüncü
yüzyıldan
şimdiye.
Ve şimdi neredesiniz
bu bin yıllar boyunca
yönlendirildikten sonra?
Neredesiniz?
Yoksa siz hala
yönlendirilmek mi istiyorsunuz?
Öyleyse soruyorum,
biz size soruyoruz,
kibarca,
geleneklerinizi
çöpe attınız mı?
Geleneklerden kastım;
milliyetçilik,
sizin kast sisteminiz,
inançlarınız,
sizin
ritüelleriniz,
tapınaklara gitmeler.
Bunların hepsi.
Kurtuldunuz mu bunlardan?
Hayır mı?
Hayır.
O zaman dindar bir yaşamın
ne olduğunu nasıl keşfedeceksiniz...
körken?
Dindar bir yaşamın ne olduğunu
keşfetmek istiyorsunuz,
ama küçük sığınağınızdan
dışarı da çıkmayacaksınız.
Değil mi?
Geleneğinize bağlısınız.
Yetenekli bir zihin,
ve gerçekten sevebilen bir kalp
talep eden
bir şeyleri sorgulamak istiyorsunuz.
Kendinizi geleneğinizden,
kültürünüzden, inancınızdan
özgür kılmadan,
nasıl bir şey keşfedebilirsiniz?
Gita'nın, Upanişadlar'ın
ya da diğer kitapların
dediklerini
tekrarlayıp durabilirsiniz.
Ne değeri var bunun?
Geçen gün bazı guruların
Gita (kutsal bir kitap)
üzerinden ders
veya söylev verdiğini duydum.
Doğru mu bu?
Ve yüzlerce, binlerce kişi
gidip bunları dinliyor.
Ne değeri var bunun?
Nedir hepimizin oynadığı
bu çocuk oyunu böyle?
Besbelli kişi
kendi trajedisini göremiyor.
Değil mi, efendim?
Kendimin,
insanoğlunun geri kalanını
temsil ettiğimi kavradığımda,
psikolojik olarak, neden başkasının
söylediğini kabul edeyim ki?
İnsanoğlu benim.
"Ben", insanoğlunun tarihi,
insanoğlunun kitabıdır.
Bunu okumasını biliyorsam,
başkasına ihtiyaç duymam.
Öyleyse,
bozulma olmadan,
önyargı olmadan,
seçim olmadan,
kitabın içeriğinin,
yani 'ben'in
farkında olabilir miyim?
Bozulmadan,
çok dikkatli bir şekilde
okumak,
büyük oranda dikkat,
büyük oranda enerji,
yoğunluk,
aciliyet
gerektirir.
Tüm bunları yapmaya
isteksiziz çünkü...
bunun çok yorucu
olduğunu düşünüyoruz.
"Çabucak ne yapacağımı
söyle ki yapayım."
Ya da yapmayabilirim.
Genelde, yapmayabilirim.
Ve kişisel kanıma göre
başkası tarafından
psikolojik bir rehberlik almak;
bu ister
dinsel rehberlik olsun,
ya da bir psikolojik
rehberlik olsun,
tümüyle yanlış.
Böylece insanları çocuğa
dönüştürüyorsunuz:
rehberlik edilmesi, ne yapılması
söylenen, cesaretlendirilen
Hepimiz yetişkin insanlarız
5 ya da 10 milyon yıldan sonra.
Olmayanın
reddilmesi ile
olan var olabilir.
Yani,
sevgi arzu değildir.
Sevgi haz değildir.
Sevgi hatıra değildir.
O ölüm kadar güçlü,
hayat kadar mühimdir.
Görüyorsunuz ya,
sevgi sadece ortada
acı olmadığında var olabilir.
Acı kişiseldir.
Aynı zamanda da evrenseldir.
İnsanoğlu sürekli acı çekiyor.
Ve insan acıyı
birleştirmeye çalışıyor
sevgi dediği şeyle.
Ve böylece durmadan
bir çelişki,
bir ikilik meydana geliyor.
Tersine bunların hepsini
yani sevgi olmayan
herşeyi redderseniz,
o zaman diğer şeyin
müthiş bir güzelliği olur,
kendi ait büyük gücü ve
canlılığı ile beraber.
O zaman neden matematik
öğrenmeniz gerekiyor?
Çünkü matematiğin bir parçası
düzendir.
2 + 2 + 2 6 yapar.
Bu düzendir.
Doğru mu?
Sıralıdır, öyle olmalıdır.
Yani matematik,
acayip karışıktır
ve hepsi
bir düzen ve sıralamadır.
Doğru mu?
Biz
başka birine olan
sorumluluğumuzun farkında mıyız?
Eğer kişinin bir ailesi,
eşi ve çocukları varsa,
o çocuklardan
sorumlu musunuz?
Önemsediğiniz,
sevgi beslediğiniz çocuklardan.
Onların sağlıklı,
iyi birer vatandaş
olmalarıyla
ilgileniyor musunuz?
Eğer çocuklarınız varsa, kendinizi
onlar için sorumlu hissediyor musunuz?
Doğru eğitim almaları,
böylece bir savaşta
öldürülmemeleri için?
Böylece
vasat olmayacaklar.
Ya da bunlar için zamanınız yok.
Çünkü dışarı çıkıp, bir insan,
bir erkek, bir anne olarak
para kazanmak zorundasınız.
Ve şimdi olduğu gibi çocuklara
ayrılacak çok az zaman kalıyor.
Gerçek bu.
Nerede o zaman
sizin sorumluluğunuz?
Ah tabii,
siz bunlarla ilgilenmiyorsunuz.
Soruyoruz o zaman,
ne ile ilgileniyorsunuz peki?
Bence bu
makul bir soru.
Aşk, özgürlük ve gökyüzünün
güzelliği hakkında konuşabilirsiniz,
ama bu sadece dışsal bir ilgi.
Ama temelde,
biz ne ile ilgileniyoruz?
Kendimizle.
Bu doğru.
Kendinizle ilgileniyorsunuz.
Değil mi?
Bekleyin efendim, bu çok doğru.
Her bir insan kendisiyle ilgileniyor.
Bunun üstüne kurulu,
toplumumuz, kültürümüz,
dinimiz.
Değil mi?
Herkes
kendisiyle
ilgileniyor.
Kendi ilerlemesi
ve bununla ilgili
geri kalan her şeyle.
Siz, bir insan olarak,
hepimizin aslında tek olduğunu
kavrayabiliyor musunuz?
Bir fikir olarak değil,
gerçek olarak.
Çünkü Hindistan'a gittiğiniz zaman,
mutsuzluğu, karmaşayı,
gerginliği,
insanların umutsuzluğunu
görürsünüz...
kendi yarattıkları acınası
küçük tanrılarına koşuyorlar.
Avrupa'ya geliyorsunuz,
tamamen aynı şeyler!
Onların Mesihi, İsa'sı var.
Takip ediyor musunuz?
Buraya geliyorsunuz,
tamamen aynısı.
Anlıyor musunuz, efendim?
Öncelikle, farkına varın:
sözel olarak değil,
kalbinizle, kanınızla
tüm düşüncenizle,
tüm insanlğın sizinle
aynı acıları çektiğini
göreceksiniz.
Yalnızlık, umutsuzluk
bunalımlar,
olağanüstü bir belirsizlik,
güvensizlik,
ister 15 bin km uzakta
ister 3 bin km uzakta,
ister burada
yaşıyor olsunlar.
Herkes psikolojik olarak
birbirine bağlıdır.
Eğer içsel bir şekilde,
yüreğinde, kanında
kalbinde, zihninde
bunun farkına varabiliyorsan,
işte o zaman
sorumlusun demektir.
Bir insan olarak,
tüm bunları dinlediniz.
Neden değişmiyorsunuz?
Sizi engelleyen nedir?
Eğer her birimiz
bu soruyu sorarsa,
sözel olarak değil,
veya entellektüel olarak,
eğlence amaçlı değil,
çok ciddi ve derin
bir şekilde sorarsanız,
cevabınız nedir?
İnsanların bin yıldan
bin yıla
hep aynı şekilde
yaşaması konusunda
cevabınız nedir?
Neden değişmediler?
Neden siz,
şu anda beni dinleyenler,
neden değişmiyorsunuz?
Değişmemenin
sonuçlarını biliyorsunuz.
Milliyetçi olacaksınız.
Bir gruba ait olup, dar görüşlü,
izole olacaksınız,
bu yüzden evrensel
bir ilişkiniz olmayacak.
Savaş, savaş, savaş.
Birbirimizi yok etmek için daha
çok silah üretiriz.
Şimdi,
eğer bu konuda
gerçekten ciddiyseniz,
neden şu soruyu
kendinize sormuyorsunuz?
Neden ben,
bütün bunları yaşayan
bir insan olarak,
neden değişmiyorum?
Nedir cevabınız?
işin özü,
hayat birdir.
Evrensel bir
birleşik hareket.
Ve aynı şekilde,
bizim bilincimiz de
tüm insanoğlu ile ortaktır.
O zaman, ben kökten
değişirsem,
bu mutlaka insanoğlunun
tüm bilincini etkileyecek.
Peki,
neden değişmiyorsunuz?
Çeviren: Fuat Kaleli