Dünyanın mimari harikalarını düşününce neler görürsünüz? Gize piramitlerinin büyüklüğünü ya da Eski Roma'nın müthiş su kemerlerini? her ikisi de harikulade insan icatları. Bir mimar olarak uzun yıllar önce yok olmuş uygarlıkların eski harikalarını neden anıtlaştırdığımızı merak ediyorum. Tarihi buluşları incelemek için dünyayı dolaştım, bulduğum şey ise, yaşayan kültürlerin hala kullanılan ata mirası özgün teknolojileri. Eminim bu kültürlerin bazılarını hiç duymamışsınızdır. Nesiller boyu pek bilinmeyen bölgelerde kuraklık ya da sürekli sel gibi aşırı şartlarla yüzleşerek yaşıyorlar. İki yıl önce Kuzey Hindistan'a seyahat ettim, Bangladeş ovalarını gören bir yere, Khasi halkının yaşadığı, dünyanın diğer her yerinden daha fazla yağmur alan bir ormana. Muson mevsimi boyunca kasabalar arası seyahat bu seller yüzünden kesiliyor, bu da tüm alanın ağaçlı bir kanopiden izole adacıklara dönüşmesine sebep oluyor. Bu tepe kabilesi, ancak kollarımız kadar olan ağaç köklerini eğip bükerek özenli bir iskele yöntemiyle yaşayan kökten bir köprü geliştirdi. Khasi erkek, kadın ve çocukları kuşaklar boyunca bu köklere bakmayı sürdürecek, kökler de yakanın diğer kısmına büyüyecek, yıllar geçtikçe güçlenen bir yapıya dönüşecekler. 1500 yıllık bu canlı kök köprü yetiştirme geleneği bu inanılmaz yapılardan 75'ini üretti. Bitkilerin büyümesi 50 yıl sürüyor ancak bu doğada bu köprüler yüzyıllarca kalıyor. Dünyanın her yerinde antik teknolojiyi kullanarak suyu alt eden ve binlerce yıldır taşkınlarla yaşayan kültürler gördüm. Irak'ın güneyindeki bataklık bölgede Fırat ve Dicle'nin birleştiği yerde suyun üstünde eşsiz bir medeniyet yaşıyor. Ma'dan Arapları, 6000 yıl boyunca bölgede yetişen tek bir cins kamıştan yapılan insan eseri adaların üzerinde yüzen kasabalarda yaşadı. Qasab kamışı hayatın her yönünün ayrılmaz bir parçası. Mandalar için yem, insanlar için un ve bu geri dönüşümlü yüzen adalar ve katedral benzeri evler için üç gün gibi kısa bir sürede yaptıkları inşaat malzemeleri. Bu kurutulmuş Qasab kamışı, tomarlar haline getirilir, çatı, duvar ve zemin bunlarla örülür, ve ayrıca bir halatın içine işlenerek hiç çivi kullanmadan bu yapıları birbirine bağlamak için de kulanılır. Ma'dan köyleri, nesillerdir olduğu gibi bataklıkta 25 yıldan uzun süredir ayakta kalan adalarda inşa ediliyor. Küresel ilgi pandemiye odaklanmış olsa da deniz seviyesi hala yükseliyor ve şehirler hala batıyor. İleri teknolojik çözümler bu sorunların bir kısmını çözmemize kesinlikle yardım etse de geleceğe doğru koşarken geçmişi unutuyoruz. Nehirlerin lağımla kirlendiği dünyanın diğer bölgelerinde 15 milyon nüfuslu bir şehir sel yataklarında atık sularını temizliyor. Kalküta sınırlarında, şehir çöplüğünün ağır kokusu altında ve otoyollarla çevrili hâlde 300 balık havuzundan oluşan yerel bir teknoloji yiyeceğini üretirken suyunu da temizliyor. Güneş ışığı ve kanalizasyonun birleşimi yosun ile bakteri arasındaki ortak yaşam sayesinde atık su parçalanır. Balık havuzları suyun temizliğine yaklaşık 30 gün süren bir süreçte devam eder. Bu inovasyon, sadece kimyasal ve kömürsüz arıtma için bir model değil. Kalküta'nın merkezinde resmi arıtma olmadığı için Bengal Körfezi'ne dökülmeden önce suyun temizlenmesinin tek yolu bu. Bu alt yapı hakkında daha ilginç olan şey Asya ve Avrupa'daki dünya şehirlerinin bu sistemi aynen kopyalamaya başlaması. Kalküta, gelişimin onu yerinden etmesini önlemek için mücadele ediyor. Selle tamamen farklı bir şekilde başa çıkmak için Tofinu kabilesi, Afrika'daki en büyük göl şehrini geliştirdi. "Hayatta kaldık" anlamına gelen Ganvie Oyma kanoyla gezebileceğiniz bir kanal sistemi etrafında inşa edilmiş kazıklar üzerine dikili evlerden oluşur. Şehir merkezi, üç bin ayaklı bina arasında bulunuyor, bunların içinde bir postane, bir banka, bir cami ve hatta iki bar var. Bunların hepsi 12 bin tekli balık otlağı ile çevrili, diğer adıyla mangrove acadja ağaçları. Kimyasal içermeyen yapay resif, göletin neredeyse yarısını kaplıyor ve çevrede yaşayan bir milyon insanı besliyor. Hayret ettiğim şey acadja tek başına önemsiz olsa da 12.000 tane olunca endüstriyel kültür balıkçılığı ölçeğinde yerel bir teknoloji yaratıyor, bu da mangrove ekosistemlerimiz için büyük tehdit oluyor. Yine de bu teknoloji hiç olmadığı kadar biyo çeşitlilik yaratıyor. Bu yılın başlarında Avustralya'ya geri döndüğümde çok tuhaf bir şey oldu. Sidney'i çevreleyen orman yangınının külleri Bondi Sahili'nde üzerimize yağdı. Karbon emisyonları endişesi yüzünden -virüslerden değil- zaten maske takıyorduk. Hava, bir duman bulutuyla kaplanmıştı, öylesine büyüktü ki Yeni Zelanda'ya kadar ulaşıyordu. Sonra, bu gelmiş geçmiş en kötü orman yangınının ortasında hiç beklenmedik bir şey oldu ama inanılmaz harika bir şey. Avustralya'nın ata mirası toprakları, yerel halkın kontrollü yakma uygulaması yaptığı alanlar, bu yangınlarda zarar görmedi. Bu kadim ormanlar -- mevsimsel, nesillerdir yapılan yakma uygulaması sayesinde kurtuldu; Aborjinlerin küçük, yavaş ve fazla ısı vermeyen kontrollü uygulamaları. Orman yangınları iklim değişikliğinin bir sonucu olan doğal felaketler olsa da insan eliyle de çıkarılıyor. İlginç olan şu ki, yangınları önlemeye yarayan kadim teknolojiye sahibiz ve bunu binlerce yıldır kullanıyoruz. Bu teknolojilerde etkileyici bulduğum şey çok karmaşık olsalar da doğayla büyük uyum içindeler. Biz de zamanla dayanıklı olmayı onlardan öğreneceğiz. Krizlerle her karşılaşmamızda, savunmak için duvarlar öreriz. Ben mimarım, kalıcı çözümler üretmek için eğitim aldım -- beton, çelik, cam -- bu tür malzemelerle doğaya direnmek için kaleler yapılıyor. Fakat eski sistemler ve yerel teknolojileri arayışım farklı oldu. Krizlerde yaratacılığımızı kullanma fikrinden ilham alarak yola çıktım. Binlerce yıllık antik bilgi birikimimiz var, yapmamız gereken doğayla uyum içinde tasarım için düşüncelerimize izin vermek. Ve dinleyerek 21. yüzyılda gezegenimizin ve insanlığın karşılaşabileceği tehditlere karşı hazır olacağız. Artık anlıyorum. Mümkün olduğunu biliyorum.