Benim adın Steven Pinker ve ben Harvard Üniversitesi'nde Psikoloji Profesörü'yüm.
Bugün size dilden bahsediyor olacağım. Aslında ben bir dil bilimci değilim,
bilişsel bilimciyim. Benim dil konusuna olan ilgim, dilin
insan beynine açılan bir pencere olmasıyla, sınırlı. Dil konusu,
insan bilimlerinin ana konularından biri. Dil kullanma becerisi, insanları
diğer türlerden çarpıcı şekilde ayıran bir özellik. Dil, insanların iş birliği yapabilmeleri için elzem; kelimeleri kullanarak,
bilgilerimizi paylaşıyor ve eylemlerimizi koordine hale getiriyoruz ve böylece harika işler başarabiliyoruz.
Tabii dil konusu, içinde bir çok bilimsel sır da barındırıyor: Dil, nasıl insan türü için evrim geçirdi? Beyin, dili nasıl işliyor?
Ayrıca dilin insan hayatında ne kadar merkezi bir yeri olduğu düşünüldüğünde, dilin bir çok pratik kullanımı olması
şaşırtıcı değil. Dil bizim için o kadar doğal bir şey ki,
onun ne kadar ilginç ve mucizevi bir şey olduğunu unutuyoruz. Şimdi,
bir sonraki saat boyunca ne yapıyor olacağınızı düşünün. Bir adamın, nefes alıp
bazı sesler çıkarmasını, sabırla dinliyor olacaksınız. Neden böyle bir şey yapasınız?
Ben çıkaracağım seslerin çok hoş olduğunu iddia edemem, ama çıkaracağım "ss" ve "hmm" ve "vaak" ve "pap" seslerinin
arasına, bazı bilgileri kodladığımı söyleyebilirim.
İşte, sizlerin bu ses akıntısı içindenden bilgiyi çıkartma beceriniz var; bu da bizim
fikirlerimizi paylaşmamızı sağlıyor. İşte bugün paylaşacağımız fikirler
bu yeteneğimizle, dil yeteneğimizle ilgili. Ancak farklı bir biçimde "hs" ve "vaak" sesleri çıkararak,
sizin, en sevdiğiniz realite şovunda olan bitenden, evrenin oluşuma ait olan teorilere kadar,
bir çok farklı konuda düşünmenizi sağlayabilirim.
İşte ben dilin mucizesi olarak bunu görüyorum; onun geniş ifade gücünü.
35 senedir dil konusu üzerine çalışıyor olmama rağmen beni hala merakla dolduran bir konu.
Ve işte, dil biliminin açıklamaya çalıştığı ana fenomen de bu.
Dilin, insan hayatının merkezinde olması şaşırtıcı değil. İncil'deki Babil Kulesi hikayesi,
insanların bilgilerini ve niyetlerini, dili kullanarak paylaştıklarını ve
bu sayede harika işler başardıklarını anlatmaktadır. Dil ayrıca
belirli bir kültüre özgü değildir; antropologlar tarafından incelenen her kültürde mevcuttur.
Dünyada bugün konuşulan 6.000 dil var.
Bu dillerin hepsi komplekstir; kimse kompleks dile sahip olmayan bir insan toplumu keşfetmemiştir.
İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı, Charles Darwin demiştir ki: " İnsanoğlunun doğasında konuşma iç gdüsü vardır;
bunu küçük çocukların agulamalarında görebilirsiniz, oysa hiçbir çocuğun içgüdüleri onu
yemek yapmaya, alkol mayalamaya ya da yazı yazmaya yöneltmez."
Dil, çetrefilli bir beceridir ve dil biliminin de karmaşık bir bilim dalı olması
şaşırtıcı değildir. Bu dal, dilin kendisinin incelenmesini içerir:
dilbilgisi, kelimelerin, kelime öbeklerinin ve cümlelerin sıralanması; fonoloji, yani seslerin incelenmesi,
anlambilim, yani anlamın incelenmesi ve edimbilgisi, yani dilin konuşma esnasında nasıl kullandığını,
inceler. Dil konusunu inceleyen bilim kişileri ayrıca
dilin gerçek zamanlı olarak nasıl işlendiğini, çocuklar tarafından nasıl algılandığını ve dil öğrenmenin nasıl gerçekleştiğini
inceler; bu alana, psikolinguistik denir. Ayrıca bazıları da beyin tarafından dilin
nasıl işlendiğini inceler; bu alana da nörolinguistik denir.
Şimdi başlamada önce, dilin, dille yakından ilişkisi olan üç diğer şeyle karşılaştırılmaması
çok önemlidir. Bunların ilki yazı dilidir. Tarih boyunca varolan tüm insan kültürlerinde bulunan,
konuşma dilinin aksine, yazı, insan tarihinin yalnızca
ufak bir kısmı boyunca var olmuştur; yazı 5000 sene önce icat edilmiştir.
Sayfadaki her bir işaretin bir sesli ya da sessiz harfi temsil ettiği alfabetik yazı, bir sefer mahsus olmak üzere,
yaklaşık 3.700 sene önce, Kenan Ülkesi'nde yaşayanlar tarafından icat edilmiştir.
Darwin'in de söylediği gibi, çocukların içgüdüsel olarak yazı yazma eğilimleri yoktur
ancak bunu eğilim okul sırasında inşa edilir.
Dille karıştırılmaması gereken bir diğer şey de, düzgün dilbilgisidir. Dilbilimciler,
betimlemeli dilbilgisiyle, yani insanların nasıl konuşması gerektiğini açıklayan kurallar ile, kuralcı dilbilgisini, yani
insanların dikkatlice düzyazı yazdıklarında uymaları gerekenleri tanımlayan kurallar, arasında bir fark yaratmışlardır.
Size dilbilimine ilişkin bir sır vermemi isterseniz, o da, bu iki grup kuralın,
aynı olmadığı ve dilin kuralcı dilbilgisi kurallarının, aslında çok da mantık üzerine kurulu olmadığıdır.
Mesela bu kurallardan en meşhuruna bakalım: mastarlıkları ikiye bölmeme kuralı.
Bu kurala göre, Kaptan Kirk, Enterprise gemisinin
görevinin " başka kimsenin gitmediği yere, gitmek cesurca" dediğinde, çok büyük bir dilbilgisi
hatası yapmış bulunmaktadır. Editörlere göre, onun aslen
"Başka kimsenin gitmediği yere, cesurca gitmek" demesi gerekmekteydi.
Ancak, bu İngilizce dilinin ritmiyle ve vurgusuyla çatışmaktadır. Aslında, bu kuralcı kural,
Latince'de, mastarın ayrılamaması kuralı temel alınarak yapılmıştır;
çünkü mastar orada, tek kelimedir: "Facare", yani "yapmak." Julius Sezar, istese de
mastarı ikiye ayıramazmış. Bu kural, İngilizce'ye tamamen taşınmış
ancak aslında taşınmaması gerekirmiş. Bir diğer kuralcı dilbilgisi kuralı da,
aynı cümle içinde iki negatifin kullanılmamasıdır. Mick Jagger'in " Hiçbir tatmin alamıyorum" dememesi gerekirmiş.
Bunun yerine, "Herhangi bir tatmin alamıyorum" demesi gerekirmiş.
Şimdi, bu kuralın genellikle mantığa uyduğu söylenir, ancak düşünürseniz " -mıyorum" ve "herhangi" kelimeleri de,
" -mıyorum" ve "hiç" ikilisi gibi, aslında çifte negatif içermektedir.
Bizim " Herhangi bir tatmin alamıyorum"u, "Hiçbir tatmin alamıyorum"a tercih etmemizin tek sebebi,
17. yüzyılda Güney İngiltere'de konuşulan lehçenin,
" -mıyorum" ve "herhangi" ikilisini, ikilisine tercih etmesi yüzündendir.
Eğer İngiltere'nin başkenti, ülkenin güneyinde değil de kuzeyinde
olsaydı, "-mıyorum" ve "hiçbir" doğru,
" -mıyorum" ve "herhangi" ikilisine yanlış olacaktı.
Bir dilde, standart olarak seçilen ağzın herhangi bir özelliği yoktur.
Aslında, biz lehçe adı verilen farklı dil versiyonlarını karşılaştırırsak,
hepsinin farklı şekillerde kompleks olduğunu görürüz. Mesela, Afro-Amerikan konuşma dilini, yani
Siyani İngilizce'yi ya da Zenci sokak dilini ele alalım. Afro-Amerikan dilinde,
" He be workin" [O var çalışma] dediğinizde, bu aslında Standart İngilizce'nin katledilmesi anlamına gelmez,
ama "He workin" [O çalışıyor] dan farklı bir anlam taşıyan, başka bir cümle kurulduğu anlamına gelir.
İlki, o insanın bir işe sahip olduğunu belirtir,
ikincisi ise, o kişinin, bizim şu anda bu konuşmayı yaptığımız esnada, çalışıyor olduğunu belirtir.
Şimdi, Afro-Amerikan dilinde yapılan ancak Standart İngilizce'de var olmayan
bu fark, farklı lehçelerin, standart dille aynı karmaşıklıkta ve aynı ölçüde kompleks
bir dizi kurala sahip olabileceğinin göstergesidir.
Şimdi üçüncü bir şey de, dili, düşünce ile karıştırmamak gerektiğidir.
Bir çok insan, düşünürken dil kullandığını söyler ama, bilişsel
psikologlar, bir çok düşüncenin, cümle biçiminde gerçekleşmediğini
göstermiştir.
[(1.) Bebekler (ve diğer memeliler) konuşmadan iletişim kurarlar.]
Örneğin, bebeklerin konuşmadan önceki halleri ya da diğer
hayvanlar üzerinde yapılan bazı harika deneyler göstermiştir ki, bu varlıkların biliş düzeyleri üst seviyededir;
sebep sonuç ilişkisi kurabilir ve insanların amaçlarını ve niyetlerini okuyabilirler ve bütün bunları konuşma becerieri
olmadan yapabilmektedirler. [(2.) Bazı düşünce türleri dil olmadan da sürer-- görsel düşünme]
Biz ayrıca, dili kullanan varlıkların, yani yetişkin insanların
dilin dışındaki biçimlerle de düşünmeye devam ettiğini biliyoruz,
örneğin, görsel imgelemeyle. Eğer sizden yukarıda gördüğünüz üç boyutlu figürlere bakmanızı
ve onları aynı mı, farklı mı olduğunu söylemenizi istesem? İnsanlar,
bu problemi çözerken, küp dizilerini tarif etmek yerine,
görüntülerin birini alıp, diğerini de, ilkiyle aynı yöne çevirirler. İşte bu, dil harici düşünceye örnektir.
[(3.) Bizler, dili anlamak için üstü örtülü bilgi kullanırız ve sonra, olaylara özünü hatırlarız.]
İşte bu yüzden, dili anlasanız da,
sonra aklınızda kalan duyduğunuz dilin kendisi değildir.
Bilişsel psikolojinin önemli bulgularından biri de, sözel içerikleri uzun vadeli hafızaya atarken,
insanların kelimeleri birebir kopyalamak yerine, içeriğin özünü ya da anlamını saklıyor olmalarıdır.
Mesela, sizin son 10 dakika içinde söylediklerimin bir kısmını
hafızanıza aldığınızı varsayıyorum. Ama sanırım eğer
ağzımdan çıkan bir tek cümleyi bile aynen söylemenizi istesem, bunu yapamazsınız.
Hafızamıza kaydolan, cümlelerin aslından çok daha soyut bir şeydir.
İşte biz buna anlam, içerik ya da semantik diyoruz.
Aslında, bir cümleyi anlamaya çalıştığımızda, kelimelerin anlamı
aslında devasa bir buz dağının görünen kısmı gibidir. Anlam verme, dilin kendisine
anlam vermek için gerekli olan, hızlı, dile ait olmayan, bilinçaltı bir işlem gerektirir. Şimdi şampuan şişesinde, şiir gibi yazan bir
kaç kelimeyi okuyacağım. "Saçı ıslatın, köpürtün, durulayın, tekrarlayın."
Şimdi dilin bu kadar küçük bir kısmını anlarken bile,
bazı şeyleri biliyor olmanız lazım: mesela işlemi ikinciye tekrar ettiğinizde,
saçınızı tekrar ıslatmanıza gerek yok, çünkü zaten ıslak. Ve işlem bittiğinde,
ve "tekrar edin" kelimesini gördüğünüzde, işlemi sonsuza dek tekrar etmenize gerek yok.
Burada, "tekrar edin" , "yalnızca bir kere tekrar edin" demek. Bu örtük bilgiyi yazanlar,
bu yazıyı anlamak için dil bilmek gerektiğini, ancak yazdıkları şeyin "dil" olmadığını, biliyorlardı.
[(4.) Eğer dil düşünce ise, o halde nereden geldi?)
Şimdi, eğer dil, düşünce ise,
ve dil, dil olmadan düşünemiyorsa, o halde "dil nereden gelmiştir?"
sorusu karşımıza çıkar.Sonuçta, İngilizce dili dünyaya gelen
bir Marslı komitesi tarafından icat edilip, bize bahşedilmemiştir.
Dil, aslında halkın yarattığı doğal bir olaydır. Yüzlerce, binlerce insanın
katkıda bulunabileceği, yeni kelime yapıları, jargon ve argo kelimeler ekleyebileceği bir ansiklopedi gibidir.
Ve işte bu eklemeler, insanlar fikirlerini ifade etmeye çalışırken yeni yollar aradıkça, dile eklenir ve
dil en başta böyle oluşur.
Şimdi, bu durum, dilin düşünceyi etkileyebileceğini inkar ettiğimiz anlamına gelmez. Dilbilimciler uzun süre boyunca,
dilbilimsel görecelik teorisine ya da bu teoriyi ortaya attıkları için, Sapir-Whorf teorisi olarak
bilinen teoriye ilgi duydular. Bu teoriye göre, dil, düşünceyi
etkileyebilir. Dilbilimsel görecelik teorisine ilişkin olarak tartışmalar sürmektedir, ancak
kimse dilin, düşünceyle aynı şey olduğuna veya
bizim zihnimizin sürekli cümleler kurarak çalıştığına inanmamaktadır.
Şimdi, dilin ne olmadığını bir kenara bırakırsak, dilin nasıl işlediği
konusunu ele alabiliriz. Özetle, dili üç ana başlık altına toplayabiliriz.
Öncelikle, zihinsel sözlük olarak adlandırdığımız uzun süreli hafızamızda bulunan
kelimeler var; yani cümlelerin temel yapı taşları.
Dil parçalarını, daha uzun soluklu karmaşık dil parçaları haline getirmemizi sağlayan kurallar,
tarifler ve algoritmalar var. Örneğin, bizim kelimeleri öbeklere ya da cümlelere çevirmemizi düzenleyen söz dizimi kuralları;
ön takıları ve son takıları kelimelere ekleyerek onları kompleks kelimelere
çevirmemizi düzenleyen biçim bilimi kuralları;
Sesli ve sessiz harfleri küçük kelimelere çevirmemizi düzenleyen, sesbilimi kuralları;
Ve işte bütün dile ilişkin bilginin, arayüzler aracılığıyla dünyayla bağ kurması
ve bize diğer insanların ürettiği dili anlamamıza yardım etmesi ve bizim diğer insanların da bizim ürettiğimiz
dili anlamalarına yardım etmesi gerekiyor. Bunlara dil arayüzü deniyor.
Şimdi kelimelerle başlayalım. Kelimelere ait temel ilke,
İsviçreli dilbilimci, Ferdinand de Saussure, bundan 100 sene önce,
işaretin rastlantısallığına dikkati çektiğinde tanımlanmış oldu. Örneğin, " ördek" kelimesine kelimesine bakalım.
"Ördek" kelimesi ne bir ördeğe benziyor, ne de ördek gibi yürüyebiliyor ya da "vak"layabiliyor ama
işte bizim, hayatımızın bir kısmında kelimenin çıkardığı sesle, kelimenin anlamını ilişkilendirmemizi sağlayan o
kuvvet sayesinde, ben bu kelimeyi söyleyerek, sizin aklınıza bir ördek getirebilirim.
Demek ki, bu bilgi hafızada belirli bir formatta ve çok basitleştirilmiş olarak saklanıyor ve
zihinsel sözlüğümüze girişi işte böyle olabilir. Kelimenin kendisi için bir sembol var,
kelimenin okunuşuna ait bir tanımlama var ve bir de, anlamına ait
bir tanımlama var. Zihinsel sözlüğümüzün en hayranlık uyandıran özelliklerinden biri,
onun ne kadar büyük olduğudur. Mesela, sözlüğün her 20 sayfasında bir, en üst sol kelimeyi alındığı sözlük
örnekleme yöntemlerini kullanırsak, ve sonra bu kelimeleri insanlara çoktan seçmeli bir sınav içinde sorarsak,
işte doğru cevapları, sözlüğün büyüklüğüyle çarpabilir ve
lise mezunu bir insanın yaklaşık 60.000 kelimelik bir dağarcığı olduğunu bulabilirsiniz.
Bu da, bir insanın bir yaşından itibaren, her iki saatte bir yeni bir
kelime öğrenmiş olması demek. Sonra, bu kelimelerin, herhangi bir tarihte var olmuş bir telefon numarası kadar
rastantısal olduğunu düşündüğünüzde, insanların uzun süreli hafızalarının, kelimelerin anlamlarını ve seslerini
hafızaya alma kapasitesine şaşırırsınız.
Tabii, biz yalnızca tek başına kelimeleri, ağzımızdan öylesine çıkarmayız. Onları, sözcük grupları veya cümle olarak kullanırız.
Bu da, bizi dilin ikinci ana bileşenine getiriyor, yani dilbilgisine.
Dilbilgisinin modern etüdü, meşhur bilim adamı, Noam Chomsky'nin katkılarından bağımsız olarak incelenemez.
Kendisi, son 60 senedir dilbiliminin amaçlarını belirlemiş durumdadır.
Chomsky, her şeyden önce, bizim ilk dili anlamaya çalışırken, açıklamamız gereken ilk bulmacanın,
yaratıcılığın, da doğrusu dilbilimcilerin genellikle 'üretkenlik' olarak adlandırdığı şey olduğunu söylemiştir.
Yani, yeni cümleleri üretmek ve anlamak.
Klişe bir kaç formül haricinde, ürettiğiniz ya da anladığınız her cümle,
belki de hayatınızda ilk defa karşınıza çıkan ya da türlerin tarihinde ilk defa oluşturulmuş bir kombinasyondan oluşmaktadır.
Bizim, insanların bunu nasıl becerdiklerini açıklamamız gerekmektedir.
Bu durumu bizim, bir dili öğrendiğimizde, uzunca bir cümle listesini ezberlemek yerine,
bileşenleri yeni gruplara oluşturmak için kullanılan dilbilgisini, ya da algoritmayı ya da tarifi içselleştirdiğimiz, anlamına gelir.
İşte bu yüzden, Chomsky, bu yüzden dilbiliminin
psikolojiye ait bir dal olduğunu ve insan beynine açılan bir pencere olduğunu, söylemiştir.
Bir ikincisi de, dillerin, kelimelerin anlamından bağımsız bir söz dizimi bulunmaktadır.
Şimdi, benim bildiğim kadarıyla bir dilbilimci tarafından söylenen ve 'Bartlett'in Meşhur Alıntılar Kitabı' nda yer aldığını bildiğim
tek alıntı, 1956 yılında, Chomsky tarafından söylemştir:
" Renksiz, yeşil fikirler kızgınca uyumaktadır." Bu cümle ne anlama gelmektedir?
İşte, kanıtlamaya çalışılan şey, cümlenin neredeyse anlamsız olduğudur. Ancak, İngilizce konuşan herhangi biri,
bu cümlenin İngilizce diline ait söz dizilimine uygun olarak hazırlandığını, fark edecektir. Mesela bu cümleyi,
" kızgınca uyku fikirler rüya renksiz" olarak yazsak, yine anlamsız olur ve karşımıza bir
laf salatası çıkar. Üçüncüsü, söz diziminin
psikolojideki uyarıcı tepkisinde olduğu gibi, kelime çağrışımlarından bir araya gelmemiş olmasıdır.
Yani, bir kelime üretildiğinde, biz o kelimeyi bir uyarıcı olarak görüp, bir sonraki kelimeyi üretmek için kullanmayız.
Yine, "renksiz yeşil fikirler uyurlar kızgınca" cümlesini, bu noktayı
açıklamak için kullanabiliriz. Çünkü bu kelimelerin ardarda
sıralanma olasılığını incelerseniz, "renksiz" ve "yeşil" kelimelerin
bir arada kullanıldığını pek görrmeyiz. Muhtemelen hatta hiç görmemişizdir. Sonra, "yeşil" ve "fikir" kelimeleri de
yan yana görmeye alıştığımız kelimeler değil. Aynı şekilde, "uyurlar" ve "kızgınca" da.
Bu kelimelerin ardarda yer alma ihtimalleri sıfıra yakın, ancak buna rağmen, cümle kulağa düzgünce
oluşturulmuş bir İngilizce cümle olarak geliyor. Bir de, dil genellikle, uzun vadeli bağlardan oluşur.
Bir cümlenin belirli bir pozisyonda yer alması, cümlenin ilerleyen yerlerinde, hangi diğer kelimeleri kullanacağımızı
belirler. Mesela biz cümleye "Ne..." diye başlarsak, cümlenin
ilereyen kısımlarında, " ne de" dememiz gerekir. Eğer cümleye "eğer" ile başlarsak,
cümlenin ilerleyen kısımlarında, " o zaman" kelimelerini bekleriz. Babasına, "Babacığım, neden
bana okunmasını sevmediğim kitabı getirdin buraya?"
İşte bu cümlede, birbirine bağlı kısımlar, anlaşılmayı güçleştirmektedir.
Gerçekten de, düz yazıya ilişkin dil bilimi uygulamalarından biri de,
düz yazıda, birbirine bağlı çok kısım olursa,
cümlenin anlaşılmasının zor olacağına ve insanların kısa süreli
hafızalarını yoracağına, ilişkindir.
Kelimeleri çağrışımlarına göre gruplandırmak yerine, cümleler,
aslında ters bir ağaca benzeyen bir hiyerarşik yapıdadırlar. Şimdi, İngilizce dilinden
size bir örnek vereyim. İngilizce'nin en temel kurallarından biri, cümlenin
isim tamlamasından, yani özneden ve eylem öbeğinden oluşuyor olmasıdır, yani yüklemden.
İkinci kural, bu eylem öbeğini genişletir. Eylem öbeği, isim
tamlamasından, yani özneden ve onu takip eden cümleden, yani tümleçten oluşur. Örneğin, " Ben ona, söyledim ki,
dışarı hava güneşli."
Şimdi gelelim dilbilimcilerin neden dilin, öbek yapısı kurallarından oluşuyor olması konusunda neden ısrarcı olduklarına.
(1) Kurallar, ucu açık yaratıcılığa izin verir.
Bu, bizim açıklamaya çalıştığımız ana fenomenin açıklanmasına yardım eder,
yani dilin ucu açık şekilde yaratılıyor olmasına.
(2.) Kurallar, anlamı bilinmeyen şeylerin ifade edilmesini sağlar.
Bizim, anlamını bilmediğimiz şeylerin ifade edilmesini sağlar. Gazetecilikte bir klişe vardır,
bir köpek bir adamı ısırdığında, bu haber niteliğinde değildir ama bir adam köpeği ısırırsa, işte bundan haber olur.
Dilbilgisinin güzelliği, tanıdık kelimeleri farklı kombinasyonlarda kullanarak, haberleri ifade etmemizi sağlar.
Ayrıca, öbek yapısının işleyişi, onlar çok sayıda
kombinasyon üretirler.
(3.) Kurallar, bizim büyük sayıda kombinasyon üretmemize izin verir.
Ayrıca, dilbilgisinin kombinasyon üretme gücü sayesinde ifade edebileceğimiz düşüncelerimiz
yalnızca çok büyük olmazla kalmaz, teknik olarak, sonsuzdu da.
Şimdi, kimse sonsuza dek yaşayamadığından,
bir insanın sonsuz sayıdaki cümleyi anlama ihtimali yoktur ancak,
aynı şeyi bir matematikçinin, aritmetik kurallarını anlayan birinin,
rakamların sonsuz olduğunu bildiğini, söylemesine, benzetebiliriz. Tabii, eğer biri en uzun rakamı bulduğunu
iddia ederse, siz o rakama bir ekleyerek, daha büyüğünü elde edebilirsiniz.
İşte, dilde de aynı şey geçerli.
Şu şekilde göstereyim. Aslına bakarsanız, dünyanın
en uzun cümlesini yarattığını iddia eden biri oldu.
Bu iddiayı kim yapabilir? Kim olacak? Tabii ki Guinness Rekorlar Kitabı. Bunu, araştırabilirsiniz.
Kitapta, dünyanın en uzun cümlesi var. Bu cümle 1300 kelimeden
oluşuyor. William Faulkner'ın yazdığı bir romandan alınmış. Şimdi
size bütün cümleyi okumayacağım ama başlangıcını söyleyeceğim.
" İkisi de, çok büyük heyecan gösterirmiş gibi yapmalarına rağmen, sıkılıyorlardı..." ve işte bu cümle
böyle devam ediyor. Ancak ben size, bu cümlenin
dünyanın en uzun cümlesi olmadığını söyleyeceğim. Ben de Guiness'e şu cümleyi vererek, rekor kırmak ve
adımı ölümsüzleştirmek istedim : "Faulkner demiştir ki, 'İkisi de, çok büyük heyecan gösterirmiş gibi yapmalarına rağmen, sıkılıyorlardı..'
Ancak benim bunu yapmam bana ölümsüzlük kazandırmaz, yalnızca
15 dakikalık bir şöhret kazandırır. Çünkü siz biliyorsunuz ki,
siz de rekoru kırmak için şöyle bir cümle yazabilirsiniz: " Guinness
Faulkner'ın aşağıdaki cümleyi yazdığını belirtmiştir" ya da " Pinker, Guiness'in aşağıdaki cümleyi yazdığını belirttiğini söylemiştir" ya da
" Pinker'ın Guinness'in aşağıdaki cümleyi yazdığını belirtmiş olması kimin umrundadır." gibi.
Şimdi, televizyon rehberinde yer almış olan, şu kafa karıştırıcı cümleye bir bakın:
" Bu akşamki programda, Conan Dr. Ruth'la seksi tartışacak."
Şimdi bu cümleyi masumca okuduğumuzda, "tartışma" fiili, iki şeyi etkiliyor,
birincisi, tartışılan konu, yani "seks" diğeri de tartışılan kişi,
o da "Dr Ruth". Ancak eğer siz, cümleyi farklı bir şekilde yapılandırırsanız,
ve " Dr. Ruth'la seks"i, cümlenin konusu haline getirrseniz ve
tartışılan şeyin bu olduğunu söylerseniz, cümle daha yaramaz bir hal alır.
Öbek yapısı, bizim bir çok cümle üretmemizin yanı sıra,
cümlelerin ne anlama geldiğini anlamız için de gereklidir. Bir öbekteki dalların geometrisi,
kimin, kime ne yaptığını anlamamız için şarttır.
Chomsky'nin dil bilimine yaptığı önemli katkılardan bir diğeri de,
çocukların dili nasıl öğrendiklerine yoğunlaşmasıdır. Çocuklar cümleleri ezberlemezler çünkü dilin bilinmesi demek,
bir çok cümlenin ezberlenmiş olması demek değildir. Çocukların küçükken, anne babalarının
ağzından çıkanlar arasından bazı kuralları ayırt etmeleri ya da
özümsemeleri gerekmektedir. Ve kuralları kullanarak, kombinasyonlar
oluşturma becerisi, çocuklar konuşmaya başladıktan itibaren kendini gösterir.
Çocuklar ebeveynlerinden daha önce duymadıkları cümleler yaratırlar.
Genellikle 18 aylık ya da daha büyük çocukların içinde bulunduğu iki-kelime aşamasında,
çocuklar cümle olarak sayılabilecek ve yalnızca iki kelimeden oluşan, mümkün olan en kısa cümleleri üretirler.
Ancak bu aşamada bile, bu cümleleri oluştururken, akıllarındaki kuralları kullandıkları açıktır.
Örneğin, bir çocuk " çok dışarı" diyebilir ve bu cümleyle, " onları dışarı çıkaralım" ya da
" onlar dışarıda kalsınlar" diyor olabilir. Yetişkinler, " çok dışarı" diye bir cümle kurmazlar.
Yani bu cümle, çocuğun ezberden söylediği bir cümle değildir ve
çocukların, yeni kombinasyonlar oluşturmak için bu kuralları kullandıklarını gösterir.
Bir diğer örnek de, bir çocuğun parmaklarını reçele bulayıp, annesine " yapışkan oldu" demesidir.
Yine bu cümle, ebeveynden öğrenilerek kopyalanmış bir cümle değildir
ve çocuğun yeni kombinasyonlar ürettiğinin göstergesidir.
Geçmiş zaman kuralı: Çocukların, konuşmaya başladıklarından itibaren, dilbilgisi kurallarını
bilinçaltlarında özümsediklerini göstermenin kolay bir yolu,
geçmiş zaman kullanmaktır. Örneğin İngilizce konuşan çocuklar uzun bir süre, şöyle hatalar yaparlar:"
"We holded the baby rabbits" ["held" yerine] ya da "He teared the paper
and then he sticked it" ["tore" ve "stuck" yerine]. Bu örneklerde,
çocuklar, "hold", "stick" ve "tear" gibi kuraldışı fiillere, İngilizce'de geçmiş zaman yaparken kullanılan "ed" takısı getirmişlerdir.
Ve bunu göstermek çok kolaydır. Wug Testi adlı bir laboratuvar testiyle,
çocukların kuralları nasıl da üretken bir şekilde uyguladıklarını sergilemek mümkündür. Başta çocuklar laboratuvara getirilir.
Sonra, onlara küçük bir kuş resmi gösterilir ve " Bu, wug" denir.
Sonra onlara bir resim daha gösterilir ve "Şimdiyse, onlardan iki tane var" denir. İki kuş resmi olduğunda,
çocuklar hemen "wuglar" derler. Çocuklar bu biçimi ezberlemiş olamazlar
çünkü bu kelime deney için yaratılmıştır. Gördüğümüz şey, onların
çoğul kuralını iyi biliyorlar olmalarıdır.
Chomsky, çocukların dil öğrenme sorununu,
doğuştan, evrensel bir dilbilgisi biçiminde kendini gösteren bir dil tasarımına sahip olarak çözdüklerini söyler.
Herhangi bir dilin kurallarının ne olabileceğine ilişkin
bir veri sayfası.
Çocukların evrensel bir dilbilgisiyle doğduklarına ilişkin kanıt nedir?
Chomsky, şaşırtıcı olarak, bu savını yaparken laboratuvarda ya da kendi evinde çocukları incelememiştir,
savını, daha soyut bir argüman olan " Girdi fakirliği" argümanına dayandırmıştır.
Yani, bir çocuğun kulağına giren şeylerle, yetişkin olduklarında sahip oldukları becerilere bakarsanız,
bu ikisi arasındaki büyük fark, çocuğun dil becerilerine ait
bir çok bilgi sahip olmasıyla açıklanabilir.
Bu argüman şu şekilde gösterilebilir. Bir çocuk,
İngilizce öğrenirken, en başta öğrendiklerinden biri, soru sormaktır.
Çocuklar, ebeveynlerinin konuşmalarından, soru cümlesi yaratmaya ilişkin kuralın ne olduğunu öğrenir.
Mesela İngilizce'deki "The man is here" cümlesinin soru hali, "Is the man here?" dır.
Mantıklı olarak düşündüğümüzde, bu tür bir veri, iki ayrı kuralın
varlığını gösteriyor olabilir. İlk kural,
kelime sırası kuralıdır. Bu kurala göre, cümledeki ilk "is" bulunur ve
cümlenin başına taşınır. Yani "The man is here", " Is the man here?" a çevrilir.
Diğer daha karmaşık kural, yani yapıya dayalı kural ise, cümlenin öbek yapısı ağacının
geometrisine bakar. Bu durumda, özneyi oluşturan isim tamlamasından
sonraki "is" bulunur ve cümlenin başına taşınır.
Bunu bir diyagramla gösterecek olursak, bu kurala göre aradığınız "is",
özneyi oluşturan isim tamlamasından sonraki "is" dir ve işte o "is"
cümlenin başına taşınır. Peki basit kelime-kelime kuralıyla,
karmaşık, yapıya dayalı kural arasındaki fark nedir? Bu fark,
daha kompleks bir cümle oluşturduğumuzda daha belirgin olur.
Örneğin " The man who is tall in the room" cümlesinde. Peki çocuk bunu nasıl öğrenir?
Bizler, nasıl oldu da, basit kelime-kelime kuralı yerine,
doğru olan yapıya dayalı kuralı öğrendik?
Chomsky'ye göre, şu tür bir cümle duyduğumuz çok nadirdir:
"Is the man who is tall in the room?"
Yani aldığınız veriler, size mantıken, kelime kelime kuralının yanlış olduğunu ve
yapıya dayalı kuralın doğru olduğunu, göstermektedir.
Bizler büyüdüğümüzde, farkında olmadan yapıya dayalı kuralını, kelime kelime kuralını tercih eden yetişkinler haline geliyoruz.
Ayrıca çocuklar kompleks sorular oluşturmaya başladıkları andan itibaren,
"Is the man who tall is in the room" [Uzun boyludur adam odada mı?] gibi hatalar yapmazlar.
Ve işte, Chomsky'ye göre, "bunlar, yapıya dayalı kuralların, çocukların doğuştan sahip oldukları
evrensel dilbilgisinin bir parçası olduğunun göstergesidir."
Chomsky her ne kadar dilbiliminde çok yönlendirici olmuş olsa da,
bu diğer tüm dilbilimcilerin onunla aynı fikirde olduğu anlamına gelmemektedir. Ve yıllar içinde, onun fikirlerine eleştiriler
üremiştir. Birincisi, Chomsky'nin, bahsettiği evrensel dilbilgisi ilkelerinin dile özgü ilkeler
olduğunu göstermediği ve benzer ilkelerin insan zihninin normal işleyişinin
bir parçası olduğunu ve dilin yanı sıra,
görme, hareket kontrolü ve hafıza gibi diğer becerileri de yönettiğini , söylemişlerdir. Yani, bu eleştiriye göre,
evrensel dilbilgisinin, yalnızca dile özgü bir özellik olup olmadığını bilmiyoruz.
ikincisi, Chomsky ve onunla birlikte çalışan dilbilimciler dünya dillerinin tüm 6.000'ini de inceleyip,
ve evrensel dilbilgisi ilkesinin tüm 6.000'inde de gözlemlendiğini bulmuş değillerdir.
Onlar, küçük bir grup dil üzerindeki çalışmaları ve girdi fakirliği mantığı üzerine bu ilkeyi savunmuşlar
ancak evrensel dilbilgisinin, gerçekten evrensel olduğunu kanıtlayacak türden bir
veriye sahip olmamışlardır. Son olarak, eleştirmenler, Chomsky'nin
sinir ağı modelleri gibi, genel amaçlı öğrenme modellerinin,
çocukların öğrendikleri bir çok diğer şeye ek olarak, dil öğrenme becerisine sahip olmadığını göstermediğini, yani
çocukların dilbilgisini öğrenmeleri için, özel bir bilgiye sahip olmaları
gerektiğini gösterebilmiş olmadığını, söylemektedirler.
Dilin diğer bir bileşeni de, dilin ses yapısıyla ilgilidir. Yani sesli ve
sessiz harflerin, kelimelere dönüşebilmeleri için, ufak birimler oluşturmalarının yönetimidir. Dilbilimcilerin "fonetik"
olarak adlandırdıkları bu branş, bir dilin seslendirilişine uygun olarak,
hangi kelimeleri mümkün olabileceğini belirleyen kurallardan oluşur. Örnek olarak,
"bluk" diye bir kelime, İngilizce dilinde mevcut değildir, ama İngilizce'ye yakın bir kelimedir ve birinin
yeni bir terim olarak, "bluk" olarak seslendirilen bu kelimeyi İngilizce'ye katabileceğini hayal edebilirsiniz.
Ancak, mesela birisi "kğhrezts" dese, bu kelimenin hemen İngilizce olmadığını anlarsınız
ve bu kelimenin İngilizce olamayacağını da anlarsınız. Kğhrezts kelimesi, Eski İbranice'de,
iç çekmek anlamına gelir. "Ayh".[İç çeker] İşte, bu
Kğhrezts demektir. Bizim bu kelimenin İngilizce olmadığını anlamamızın sebebi,
içinde "kğh" ve "zts" gibi kelime dizilişlerine sahip olmasıdır, çünkü
bu tür biçimler, İngilizce fonetiğine ait değildir. Ancak, bir dildeki
kelimeleri belirleyen kurallarının yanı sıra, fonetik kuralları ayrıca
bazı seslerin, beraberinde yer aldığı diğer kelimelere uygun olarak, nasıl seslendirileceğini de belirler.
Bir çoğumuz, İngilizce'de geçmiş zaman eki olarak kullanılan "ed" takısının,
üç farklı şekilde seslendirildiğini fark etmez. Örneğin "He walked" dediğimizde, "ed" takısını,
"t" harfi şeklinde seslendiririz. "Jogged" dediğimizde, "d" harfini kullanırız.
" Patted" dediğimizde ise, sesli harfi de beraberinde okuruz "ed" deriz. Yani aynı ekin,
"ed" ekinin telaffuzunu, İngiliz fonetiği kurallarına göre değiştiririz.
İnsanlar, İngilizce'yi ya da herhangi başka bir dili
öğrenmeye çalışırken, kendi anadillerindeki fonetik kurallarını
bu ikinci dile de taşırlar, ve bunun bir adı da vardır:
"aksan". Bir dil kullanıcısı, bilerek, fonetik kurallarıyla oynarsa,
yani yalnızca söylecekleri şeyin içeriğini iletmekten ziyade,
kullandıkları fonetik yapılara da önem verirlerse, biz buna şiir ya da sözbilimi, deriz.
Dil Arayüzleri
Şimdiye kadar, dille ilgili bilgilerden bahsediyordum, yani dilin düzeninin nasıl tanımlanabileceğinden.
Dil düzeni, konuşmaların anlaşılması sırasında beyni girmekte
ve konuşma üretimi sırasında dışarı çıkmaktadır. İşte bu da bizi,
dilin arayüzleri konusuna getirmektedir.
Şimdi üretimle başlayalım.
Burada görülen diyagram, bir insan kadavrasının ikiye kesilmiş görüntüsüdür. Yani,
bir anatomi uzmanı eline testereyi alıp, insanların ses yolunu yandan görülmesini sağlamıştır.
Ve işte bu diyagram, dile ilişkin bilgilerimizi, dünyada nasıl bir dizi ses olarak dışarı çıktığını göstermektedir.
Şimdi, hepimizin nefes borusunun ya da trakesinin üstünde,
larenks ya da gırtlak olarak bildiğimiz, karmaşık bir yapısı vardır. Adem elmasının tam arkasında.
Ve akciğerlerimizden gelen hava, zengin, vızlayan bir ses kaynağı olan, müziksel tonlar sağlayan,
titreyen, kıkırdak yapısılı iki kanattan geçer. Bu titreşimli ses
dünyaya çıkmadan önce, ses yolundaki odacıklardan, yani eldivenciklerden geçer.
Dilin arkasındaki boğaz, dilimizin üstündeki boşluk, dudaklarımızın
arasındaki boşluk ve ağzımızın hava akımını bloke etmesi durumunda,
burundan çıkabilir. İşte bütün bu boşlukların bir şekli vardır
ve fizik kanunları sayesinde, bu boşuklar bu vızlayan ses kaynağındaki bazı müziksel tonları
ön plana çıkarak, bazılarınıysa susturacaktır. Biz, dilimizi hareket ettirerek,
bu boşlukların şeklini değiştirebiliriz. Örneğin dilimizi ileri geri hareket ettirerek,
"i", "e, "i", "e", sesleri çıkarabiliriz. Dilimizin arkasındaki boşluğu değiştirerek,
ön plana çıkartılan ya da susturulan frekansları değiştirebilir, böylece dinleyicinin iki ayrı sesli harf
duymasını sağlayabiliriz. Yine, dilimizi yukarı ya da aşağı hareket ettirdiğimizde,
dilini üzerinde tınlayan boşluğun şeklini değiştirerek, "i", "a", "i", "a"
seslerini çıkarabiliriz. Yine, müziksel tonların karışımındaki fark,
ortaya çıkan sesli harfin doğasını değiştirir. Hava akımını durdurup, sonra serbest bıraktığımızda,
"t", "k" veya "b" gibi sesler çıkardığımızda, sesli yerine sessiz bir harf duyarız.
Yine hava akımını kısıtladığımızda, "f" ya da "ss" gibi, katotik, gürültülü bir ses üretiriz.
Bu seslerin hepsi farklı eklemleyiciler tarafından şekillendirilir ve
beyin tarafından farklı nitelikteki sesli veya sessiz harfler olarak algılanır.
İnsanların ses yollarının ilginç bir özelliği, bu yolun nefes alma ve yutkunma gibi
farklı amaçlar için evrim geçirmiş olan yapıları bir arada barındırması ve onların işleyişini düzenlemesidir.
Darwin, evrim sırasında, gırtlağın boğazın aşağıya doğru kaydığını
ve insanların yedikleri tüm yiyecek parçalarının,
ağızdan yemek borusuna ve oradan da mideye geçerken, önce gırtlaktaki boşluktan geçerek,
gırtlağa kaçma ve boğulma riski yarattığını keşfetmiştir.
Heimlich Manevrası keşfedilene kadar, senede binlerce kişi
insanların ses yollarının bu uyumsuz evrimi yüzünden, boğularak hayatını kaybetmiştir.
O halde, neden bizi boğulmaya karşı savunmasız hale getiren bir ağız ve boğaz geliştirmiş olabiliriz?
Akla yatkın savlardan biri, bunun, evrim sırasında, bizim konuşmamızı sağlayan
bir taviz olduğudur. Tınlayan boşlukların değiştirilmesine izin veren sağlayan çeşitli olanaklar sağlayarak ve
dili ileri geri ve yukarı aşağı hareket etmesini sağlayarak,
çıkarabileceğimiz seslerin çeşitliliğini arttırırken bir yandan da boğulma
ihtimalimizi artırarak, taviz vermiş olduk; ancak bu sırada,
dil becerisine sahip olmanın, boğulma riskinin oluşmasına rağmen, hayatta kalmamız için yarar sağladığını göstermiş olduk.