2005’te soğuk bir Ocak günü
yaşamımın en önemli
araba yolculuğunu yaptım.
New York'un kuzeyinde bir yoldaydım.
Eski bir fabrikayı bulmaya çalışıyordum.
Ve bir gün önce postada
bir broşür bulmuştum:
“Tam teçhizatlı
yoğurt fabrikası satılık .”
Çöpe attım gitti.
Yirmi dakika sonra,
broşürü çöpten alıp numarayı aradım.
Fabrika 85 yıllıktı.
Kapatılmak üzereydi.
Gidip görmeye karar verdim.
O esnada
bu yolun veya hayatın beni
nereye götüreceğinden emin değildim.
Küçük bir peynir dükkânım vardı
ama işten nefret ediyordum.
Ancak tepeler, yollar
ve burnuma gelen kokular tanıdıktı.
Türkiye’de, buraya benzer bir yerde,
Kürt dağları yakınında büyüdüm.
Ailem peynir ve yoğurt üretirdi.
Çoban hikâyeleri dinleyerek büyüdüm.
Fazla bir şeyimiz yoktu,
ama Ay, yıldızlar, sade yiyeceklerimiz
ve her şeyden önce ailemiz vardı.
Sonunda okumak için Amerika’ya geldim.
New York’ta çiftlikler
olduğunu bile bilmiyordum.
Eyaletin kuzeyine bir kez gittim,
bir daha da ayrılmadım
…ama kaybolmuştum.
Bir tabelanın yanından geçtim:
“Çıkmaz Sokak.”
Ve hemen sonra
işte oradaydı,
fabrika karşıma çıktı.
Kokuyu hemen fark ettim.
Güneşin altında bırakılmış
süt kabı gibi kokuyordu.
Duvarlar çok kalındı,
boyalar soyulmuştu,
her yerde çatlaklar vardı.
Fabrika o kadar eskiydi ki sahipleri
fabrikanın değersiz olduğunu düşünüyordu.
Bir sıfırı eksik yazdıklarını sandım.
Fiyat o kadar düşüktü ki...
İçeri girdim.
Bir anda etrafa bakmayı bıraktım.
Tek gördüğüm insanlardı.
Toplam 55 kişiydiler.
Çok sessizdi…
Tek işleri, tesisi parçalara ayırmak
ve temelli kapatmaktı.
Rich adında bir kişi beni karşıladı,
üretim müdürü.
Bana etrafı gezdirip gösterdi.
Çok konuşmuyordu
ama her bir noktada anılarını anlatıyordu.
Rich 20 yıl fabrikada çalışmıştı.
Ondan önce babası yoğurt yapıyormuş
hatta büyükbabası da krem peynir yaparmış.
Rich’in kendini suçlu hissettiği belliydi
çünkü fabrika onun zamanında kapanıyordu.
O an beni en çok etkileyen şey,
buranın yalnızca
eski bir fabrika olmamasıydı.
Burası bir zaman makinesiydi.
İnsanların hayatlarını inşa ettiği,
savaşmak için bıraktıkları bir yerdi,
beyzboldan ve karnelerden
övünerek söz ettikleri bir yer.
Ama artık kapatılıyordu.
Şirket yalnızca yoğurttan değil,
çalışanlarından da vazgeçiyordu.
Yeterince iyi değillermiş gibi.
Beni en çok etkileyen ise
insanların davranışlarını görmek oldu.
Gözyaşı yoktu. Öfkelenen yoktu.
Sadece sessizlik vardı.
Onurlu bir şekilde
fabrikayı kapatıyorlardı.
Çok sinirlenmiştim.
CEO orada bile değildi,
cam kulesinde bir yerde,
önündeki hesap tablolarına bakıyor
ve fabrikayı kapatıyordu.
Hesap tabloları tembeldir.
Size insanlar ve topluluklar hakkında
hiçbir şey söylemezler.
Ne yazık ki
günümüzde işle ilgili birçok karar
bu şekilde alınıyor.
Gördüklerimden sonra aynı kişi değildim.
Eve dönerken avukatım Mario’yu aradım.
“Mario, fabrikayı almak istiyorum,” dedim.
Bana şöyle dedi:
“Hamdi, fabrikayı kapatan, dünyanın
en büyük gıda şirketlerinden biri.
Yoğurt işini bırakıyorlar.
Sen kim oluyorsun da
işi yürütebileceksin?”
“Haklısın,” dedim.
Bir sonraki gün tekrar aradım
ve “Mario, gerçekten
almak istiyorum,” dedim.
“Hamdi, paran yok," dedi,
(Kahkahalar)
altı aydır benim paramı bile ödemedin.”
(Kahkahalar)
Söyledikleri doğruydu.
(Kahkahalar)
Ama bir kredi aldım,
ardından bir kredi daha.
2005 yılının Ağustos ayında,
fabrikanın anahtarları bendeydi.
İlk yaptığım iş eski 55 çalışandan
dördünü işe almak oldu.
Ofis müdürü Maria,
atık sudan sorumlu Frank,
bakım ve onarımdan sorumlu Mike
ve bana fabrikayı gezdiren,
üretimden sorumlu Rich.
İlk yönetim kurulu toplantımızı yaptık.
Mike şöyle dedi: “Evet Hamdi,
şimdi ne yapacağız?”
Elimde sihirli bir değnek varmış gibi
bana bakıyorlardı.
Mike'a dedim ki:
“Ace yapı marketine gideceğiz
ve boya alacağız.
Sonra da dışarıdaki
duvarları boyayacağız.”
Hiç etkilenmedi.
Bana öylece baktı.
Sonra şöyle dedi: “Bunu yaparız,
Hamdi, sorun değil.
Ama bundan başka
bir fikrin vardır umarım.”
(Kahkahalar)
''Elbette var.'' dedim,
''Duvarları beyaza boyayacağız.''
(Kahkahalar)
Gerçekten de başka hiçbir fikrim yoktu.
(Kahkahalar)
Ama o yaz duvarları boyadık.
Bazen düşünüyorum,
eğer onlara şöyle deseydim ne derlerdi,
“Boyadığımız duvarları görüyor musunuz?
İki yıl içinde
Amerikalıların daha önce
hiç görmediği ve tatmadığı
bir yoğurdu piyasaya süreceğiz.
Hem doğal hem de leziz olacak.
Adına da Türkçe “çoban”
kelimesinden gelen Chobani diyeceğiz.
Ya şöyle deseydim:
“Eski 55 çalışanın her birini işe alacağız
veya çoğunu.
Ardından 100 kişi daha. 100 kişi daha.
Sonra 1000 kişi daha.”
Peki ya şunu söyleseydim:
“Şuradaki kasabayı görüyorsunuz.
İşe aldığımız her kişiye karşılık
10 kişi için iş imkânı ortaya çıkacak.
Kasaba yeniden hayata dönecek,
iş makinaları yollarda olacak.
Kazandığımız ilk parayla da
kasabada en iyisinden
bir beyzbol sahası inşa edeceğiz,
çocuklarımız için.
Beşinci yılımızda da
Amerika’daki bir numaralı
süzme yoğurt markası olacağız.”
Bana inanırlar mıydı?
Tabii ki hayır.
Ancak bunların hepsi oldu.
(Alkışlar)
O duvarları boyarken
birbirimizi tanıdık.
Birbirimize inandık.
Her şeyi birlikte çözdük.
İlk beş yıl, ben ve iş arkadaşlarım
fabrikadan hiç çıkmadık.
Gece gündüz. Tatillerde.
Fabrikayı işe yarar hale getirmek için
durmadan çalıştık.
Chobani’nin en önemli yanı
benim için şu oldu:
Daha önce kendilerinden vazgeçilen kişiler
her şeyi öncekinden
100 kat daha iyi hâle getirdi.
Bugün tamamının şirkette hissesi var.
(Alkışlar)
Tüm bu süre boyunca, kendi kendime sordum,
bakın ben bir iş insanı değilim
ve bu gelenekten gelmiyorum –
tüm bunlar ne anlama geliyor?
Amerikalı şirketlere göre “kâr için.”
Hâkim iş düşüncesine göre “para için.”
CEO oyun kitabına göre ise “hissedarlar.”
Bu üçü adına birçok şey feda edildi:
çalışanlar, fabrikalar, topluluklar.
Bunları feda eden CEO’lar değil.
CEO’ların kendileri yerine
acı çekecek çalışanları var.
Bu sırada CEO’ların kazançları
sürekli olarak artıyor.
Çok fazla kişi geride bırakılıyor.
Şunu söylemek için buradayım:
Artık yeter.
Bu olanlar doğru değil.
Hiçbir zaman da olmadı.
Kabul etmemiz gerekiyor ki
Şirketlere 40 yıldır kılavuzluk yapan
CEO kitabı sorunlu.
(Alkışlar)
Kitap, iş dünyasıyla ilgili
her şeyi anlatıyor,
onurlu bir lider olmak dışında.
Yeni bir oyun kitabına ihtiyacımız var.
Tekrar insanlara önem veren
ve kâr dışındaki şeyleri de
temsil eden bir kitaba.
Filmlerde doğru şeyi yapmak için
farklı bir yol izleyen
kişilere verilen bir ad var:
Anti kahraman.
İş dünyasında da aynı fikre
ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Anti CEO’lara ve bir anti CEO
kitabına ihtiyacımız var.
Size bu anti CEO kitabının
ne olduğunu anlatayım.
Anti CEO kitabının temelinde
şükran duygusu var.
Bugünün işletme kitabı şöyle diyor:
Şirketler yalnızca kârı en maksimize etmek
ve hissedarları zengin etmek için var.
Açıkçası bu, şu ana kadar
hayatımda duyduğum en aptalca fikir.
(Kahkahalar)
Gerçekte olması gereken, şirketlerin
öncelikle çalışanlarla ilgilenmesi.
(Alkışlar)
Birkaç yıl önce,
2.000 çalışanımızın tamamına
hisse vereceğimizi açıkladığımızda
kimileri bunun reklam çalışması olduğunu,
kimileri de hediye olduğunu söyledi.
Bunun hediye olmadığını söyledim.
Başından beri bizzat gördüm,
bunu yetenekleri
ve sıkı çalışmalarıyla kazanmışlardı
ve yapılması gereken buydu.
Yeni işletme anlayışında,
öncelikle çalışanlarınızla
ilgilenmelisiniz.
kâr hesaplamasıyla değil.
Anti CEO kitabının temelinde topluluk var.
Zaten her şeye sahip olan şirketler
topluluklara soruyor:
“Bana ne tür bir vergi muafiyeti
ve teşvik vereceksiniz?”
Gerçekte olması gereken,
şirketlerin sıkıntı çeken topluluklara
“Size nasıl yardım edebiliriz?”
diye sorması.
(Alkışlar)
İkinci bir yoğurt fabrikası
inşa etmek istediğimde
kimse Idaho ile ilgilenmiyordu.
Fazla kırsaldı, uzaktı,
teşvikler vermiyordu.
Oraya gittim.
Yerli insanlar ve çiftçilerle tanıştım.
Birlikte yemek yedik.
El sıkıştık.
Fabrikayı Idaho’ya kurmak
istediğimi söyledim.
Finansal araştırma yapmama gerek yoktu.
Sonuç ne mi oldu?
Oranın halkı büyük gelişme kaydediyor.
Her geçen yıl yeni okullar açılıyor.
Her yıl yeni bir gıda firması kuruluyor.
Bazıları bana dedi ki
“Eğitimli işçi bulamazsın.”
Ben de, “O zaman öğretiriz,” dedim.
Yerel üniversitelerle iş birlikleri yaptık
ve fabrikayı inşa ederken
yüzlerce kişiye ileri üretim
alanında eğitim verdik.
Ve bugün fabrikamız dünyadaki
en büyük yoğurt fabrikası oldu.
(Alkışlar)
Yeni işletme anlayışında
topluluklar var.
Dâhil olabileceğiniz toplulukları arayın,
İzinlerini isteyin.
Onlarla omuz omuza verin, duvarları yıkın
ve beraber başarıya ulaşın.
Anti CEO kitabının
temelinde sorumluluk var.
Şu andaki kitap şöyle diyor:
Şirketler siyasete bulaşmamalı.
Gerçekte olması gereken,
şirketler vatandaşlar olarak
bir taraf seçmeli.
New York'ta Chobani büyümeye
ve insanları işe almaya devam ederken
bir saatlik mesafedeki Utica’da
Afrika ve Güneydoğu Asya’dan gelen
mülteciler olduğunu hatırladım,
iş arıyorlardı.
Birisi, “İngilizce bilmiyorlar,” dedi.
“Ben de pek biliyor sayılmam.” dedim,
“O zaman çevirmen alırız.”
(Kahkahalar)
“Ulaşım imkânları yok.”
"O zaman otobüs satın alalım,
atla deve değil" dedim.
Tüm bunların sonucunda,
Amerika’nın en kırsal
bölgelerinden birinde,
Chobani’nin işgücünün %30’u
göçmenler ve mültecilerden oluşuyor.
(Alkışlar) (Tezahüratlar)
Bu sayede her şey daha da iyiye gitti.
Yeni işletme anlayışında,
hükûmetler yerine
şirketlerin fark yaratması daha kolay,
bugünün dünyasında.
Silahlı şiddet, iklim değişikliği,
gelir eşitsizliği, mülteci sorunu,
ırkçılık gibi konularda
şirketler duruşunu seçmeli.
(Alkışlar)
Son olarak anti CEO kitabının temelinde
hesap verebilirlik var.
Şu andaki kitaba göre CEO’lar yalnızca
yönetim kurullarına sorumludur.
Benim düşüncem ise
CEO’lar tüketicilere karşı sorumlu olmalı.
Chobani’nin ilk yıllarında,
yoğurt kaplarının üstündeki
800’lü numara benim telefon numaramdı.
(Kahkahalar)
Tüm aramalar doğrudan bana geliyordu.
Aramalara ben yanıt veriyordum.
Bazen duyduklarım doğrultusunda
değişiklikler yapıyordum
çünkü güç tüketicinin elinde.
Şirketlerin var olmasının sebebi de bu.
Tüketiciler olarak her biriniz
bir şeyleri değiştirme gücüne sahipsiniz.
Markaları ve şirketleri beğenmiyorsanız,
işleyişlerinden hoşnut değilseniz
onları cezalandırabilirsiniz.
Doğru yaptıklarına inanıyorsanız da
onları ödüllendirebilirsiniz.
Günün sonunda
bu sorumlulukların tümü bize ait.
Yeni işletme anlayışında
önemli olan tüketiciler,
yönetim kurulları değil.
Şu var ki...
İnsanlarınıza hak ettiğini,
topluluğunuza hak ettiğini,
ürünlerinize hak ettiğini verirseniz
daha fazla kâr edersiniz.
Daha yenilikçi olursunuz.
Tutkuyla çalışan daha çok çalışanınız
ve sizi destekleyen bir halk olur.
Anti CEO kitabı işte bu.
O fabrikada bulduğum hazine --
iş ahlâkı,
güçlü karakter,
insani değerler --
bunları tüm dünyaya
yaymaya ihtiyacımız var.
Kardeşlerim,
Dünyadaki tüm topluluklarda,
dışarıda bırakılan ve geride kalan
kişiler ve yerler var.
Ancak ruhları hâlâ güçlü.
Tek istedikleri bir şans daha,
onlara bir şans daha verecek
kişileri bekliyorlar,
aynı şeyleri tekrar inşa etmek yerine
daha iyisini yapacak kişileri bekliyorlar.
Yatırımın getirisi ile
iyilikseverliğin getirisi
arasındaki fark bu.
Azami kâr ile
gerçek zenginlik arasındaki fark bu.
New York’un kuzeyindeki küçük bir kasaba
veya Idaho’da bunlar yapılabiliyorsa
dünyadaki her şehirde, kasabada,
köyde de yapılabilir.
Zaman duvar inşa etme zamanı değil,
zaman duvarları boyama zamanı.
Renk seçimini size bırakıyorum.
Çok teşekkürler.
(Alkışlar)