Bilirsiniz, seyahatlerin büyük zevklerinden biri ve etnografik araştırmaların güzelliklerinden biri eski adetlerini unutmayanların, geçmişlerini hala rüzgarın esmesinde, yağmurun parlattığı taşlarda, bitkilerin acı yapraklarında hissedenlerin arasında yaşayabilme imkanıdır. Şaman jaguarların halen Samanyolu’nun ötesine seyahat ettiğini veya İnuitlerin ataları ile ilgili mitlerin halen anlamlı şekilde yankılandığını, veya Himalaya’da Budistlerin halen Dharma’nın nefesini aramalarını bilmek antropolojinin temel ilhamını hatırlamak içindir, ve bu, yaşadığımız dünyanın, mutlak anlamda var olmadığı, sadece gerçeğin bir örneği olduğu, neslimizin pek çok kuşak önce başarıyla yapmış olduğu bir takım uygun seçimlerin sonucu oluştuğu anlamına gelmektedir. Elbette ki hepimiz aynı uyum zorunluluğunu paylaşıyoruz. Hepimiz dünyaya geldik. Hepimiz dünyaya çocuk getiriyoruz. Başlama ritüellerini yaşıyoruz. Ölümün değiştirilemez ayırıcılığıyla yaşamak zorundayız, bu yüzden hepimizin şarkı söylemesi, hepimizin dans etmesi, hepimizin birer sanatkar olması bizi şaşırtmamalı. Esas ilginç olan şarkıların benzersiz ritmidir, dansın bütün kültürlerdeki ritmidir. Ve bu ister Borneo ormanlarındaki Penan halkı olsun, ister Haiti’deki vudu rahip yardımcıları olsun, ister Kuzey Kenya’da Kaisut Çölü’ndeki savaşçılar olsun, ister Andes Dağları’ndaki Curandero’lar olsun, ister Sahra’nın ortasındaki kervansaraylar olsun. Bu, bir ay önce çölde birlikte gezdiğim kişi, dünyanın tanrıça anası olan Everest, Qomolangma’nın eteklerinde birlikte gezdiğim yak çobanı. Tüm bu insanlar bize başka varoluş şekilleri, başka düşünme şekilleri, kendinizi Dünya’da yönlendirmenin başka şekilleri olduğunu öğretiyor. Ve eğer düşünürseniz, bu fikir sizi ümitlendirebilir. Günümüzde, dünyanın sayısız kültürleri gezegeni kuşatan dinsel ve kültürel bir yaşam ağı oluşturuyor, ve bu gezegenin refahı için önemli, tıpkı biyosfer olarak bildiğiniz yaşamın biyolojik ağının önemli olduğu gibi. Ve bu kültürel yaşam ağını bir etnosfer olarak düşünebilirsiniz ve etnosferi, bilincin doğuşundan beri insanın hayalgücü tarafından üretilen tüm düşüncelerin ve rüyaların, mitlerin fikirlerin, ilhamların, sezgilerin toplamı olarak tanımlayabilirsiniz. Etnosfer insanlığın büyük mirasıdır. Şaşılacak derecede meraklı bir tür olan bizlerin ne olduğumuzun ve ne olabileceğimizin bir sembolü. Tıpkı biyosferin ciddi oranda erozyona uğradığı gibi etnosfer de erozyona uğruyor. ve belki de daha da hızlı bir şekilde. Örneğin hiçbir biyolog, bütün türlerin %50’sinin veya daha fazlasının tükenmenin eşiğinde olduğunu ileri sürmeye cesaret edemez çünkü bu doğru değil, ve yinede bu, biyolojik çeşitlilik alanındaki en apokaliptik senaryo, kültürel çeşitlilik alanında en iyimser senaryo olarak bildiğimiz senaryoya pek yaklaşmıyor. Ve bunun en büyük göstergesi elbette, dillerin kaybolmasıdır. Bu odada bulunan sizler dünyaya geldiğiniz zaman, gezegende 6:00 dil konuşulmaktaydı. Şimdi, bir dil sadece sözcük yığınları değildir veya bir takım gramer kuralları değildir. Dil, insan ruhunun bir kıvılcımıdır. Her kültürün ruhunu maddi dünyaya getiren bir araçtır. Her dil, ruhun asırlık ormanıdır, bir sınır, bir düşüncedir, ruhsal olanakların bir ekosistemidir. Ve biz bugün Monterey’deyken, bu 6:00 dilin neredeyse yarısı artık çocukların kulaklarına fısıldanmıyor. Artık bebeklere öğretilmiyor, ve bu, gerçekten bir şeyler değişmediği sürece, bu dillerin öldüğü anlamına geliyor. Sessizliğe boğulmak, halkının dilini konuşan son kişi olmak, atalarının bilgeliğini aktaramamak veya bunu bekleyen çocuklar olmamasından daha yalnız nasıl hisseder insan? Hal böyleyken, bu korkunç kader her iki haftada bir dünyanın herhangi bir yerinden bir kişinin ümitsizliği, çünkü her iki haftada bir, bir ihtiyar ölüyor ve eski bir dilin son hecelerini kendisiyle birlikte mezara götürüyor. Ve biliyorum ki aranızda bazılarınız: “Daha iyi değil mi? Hepimiz bir tek dil konuşsaydık eğer, dünya çok daha iyi bir yer haline gelmez miydi?” diyor. Ben de diyorum ki: “Harika, o dil o zaman Yoruba dili olsun. Kanton dili olsun. Kogi dili olsun.” Ve sizler de birden kendi dilinizi konuşamamanın ne demek olduğunu anlarsınız. Bugün sizlerle beraber yapmak istediğim sizleri etnosferde bir çeşit yolculuğa çıkarmak, etnosferde kısa bir yolculuk yapmak, sizlere aslında neyin kaybolduğunu anlatmaya çalışmak istiyorum. Şimdi, aramızda bazılarımız, “varoluşun farklı şekilleri” dediğim zaman, gerçekten de varoluşun farklı şekillerini anlatmak istediğimi unutuyor. Örneğin, kuzeybatı Amazon’da Barasana’daki çocuğu düşünün, anakonda halkını, mitolojik olarak süt nehrinden geldiklerine, doğudan aziz yılanların karnından çıktıklarına inanan halkı düşünün. Şimdi, bu halk bilişsel olarak mavi ile yeşil renk arasında ayrım yapmıyor çünkü gökyüzünün örtüsü ormanın örtüsüne eşit tutuluyor ve halk buna bağlı. İlginç bir dil ve evlilik kuralları var ve buna dilbilimsel dış evlilik deniyor: başka bir dil konuşan biriyle evlenmek zorundasın. Ve bunun kökleri mitolojik geçmişte ancak ilginç olan, bu uzun evlerde yabancılarla yapılan evliliklerden dolayı altı veya yedi tane dil konuşulmakta. asla kimsenin dil çalıştığını duyamazsınız. Sadece dinliyorlar ve sonra konuşmaya başlıyorlar. Veya birlikte yaşadığım en ilginç kabilelerinden biri Ekvator’un kuzeydoğusundaki Waorani halkı, ilk kez 1958 yılında irtibat kurulan hayret verici bir halk. 1957 yılında beş misyoner irtibat kurmaya çalışmış ve tehlikeli bir hata yapmıştır. Havadan kendilerine ait sekiz ila on fotoğraf atmışlar, dostane jest olarak nitelendirebileceğimiz bir çabayla, ama bu yağmur ormanı halkının hayatlarında asla iki boyutlu bir şey görmediğini düşünmemişler. Ormanın zeminine düşen fotoğrafları almışlar, herhangi bir şekil veya figür bulabilmek için simalara bakmaya çalışmışlar, hiç bir şey bulamamışlar ve bunların şeytan tarafından gönderilen kartlar olduğuna karar vermişler, sonra da beş misyoneri mızraklarıyla öldürmüşler. Ama Waorani’ler sadece yabancıları mızrakla vurmazlarmış. Birbirlerini de mızrakla vururlarmış. Ölümlerin %54’ü birbirlerini mızrakla vurmaktan kaynaklanırmış. Sekiz kuşak öncesine kadar soy araştırması yaptık ve iki doğal ölüm vakasına rastladık. Halkı konuşmaya biraz zorladıktan sonra kişilerden birinin çok yaşlandığını ve yaşlılıktan dolayı öldüğünü ve onu buna rağmen mızrakla vurduklarını itiraf ettiler. (Gülüşmeler.) Ama aynı zamanda orman hakkında şaşırtıcı derecede akıllıca bilgilere sahipler. Avcılar, 40 adım öteden hayvan idrarını koklayabiliyor ve size bunun hangi tür tarafından bırakıldığını söyleyebiliyor. 80’li yılların başlarında hayret verici bir görev aldım; Harvard’daki profesörüm bana Haiti’ye gidip Duvalier’in gücü ve Tonton Macoute’lerin kurucuları olan gizli toplumların arasına sızmaya ve zombi yaratmak için kullanılan zehri ele geçirmeye ilgi duyup duymadığımı sormuştu. Elbette, bu duygudan bir anlam çıkarmak amacıyla Vodoun’un bu tuhaf inancını anlamam gerekirdi. Vudu bir kara büyü inancı değil. Tam aksine, karışık bir doğaüstü dünya görüşü. Enteresan. Sizden dünyanın büyük dinlerini söylemenizi istesem, ne dersiniz? Hristiyanlık, İslam, Budizm, Yahudilik vs. Her zaman bir kıta unutuluyor, Sahra altı Afrika’nın dini inançları olmadığı varsayılıyor. Hoş, elbette ki var ve vudu çok basit bir şekilde, kölelik döneminde yapılan trajik diaspora zamanında oluşan çok derin dini fikirlerin damıtılmış hali. Ama vuduyu bu kadar ilginç yapan canlılar ile ölüler arasındaki bu canlı ilişkidir. Yani, canlılar ruhları doğuruyor. Ruhlar “Büyük Sular”dan çağrılıyor, dansın ritmine cevap veriyorlar ve bir an için canlıların ruhlarının yerine geçiyorlar ve o kısa nurani an boyunca rahip yardımcısı tanrı oluyor. Vuducular bu yüzden şöyle demeyi severler: ”Siz beyaz insanlar, kiliseye gidin, Tanrı hakkında konuşun. Biz tapınağımızda dans ediyoruz ve Tanrı oluyoruz.” Ve ruh sizin içinize girdikten sonra, ruh tarafından ele geçirilmenizden sonra, nasıl zarar görebilirsiniz? Bu hayret verici gösterileri görüyorsunuz; Vudu rahip yardımcıları trans halinde yanan közleri rahatça ellerinde tutuyorlar, oldukça şaşırtıcı olan bu gösteri, aşırı uyarım halinde katalize edilmiş iken buna dayanan bedeni nasıl etkilediğini gösteriyor. Beraber yaşadığım insanlardan en olağanüstü olanı Kogi’lerdi, Kuzey Kolombiya’da bulunan Sierra Nevada de Santa Marta’da yaşıyorlar. Bunlar bir zamanlar fethin ardından Kolombiya’nın Karayip kıyılarına yerleşen eski zalim toplumun torunları, bu toplum, Karayip kıyılarına yükselen tenha bir yanardağa çekilmiş. Kana bulanmış olan bu kıtada, bu toplum asla İspanyol’lar tarafından ele geçirilememiş. Bugüne dek hep törensel bir rahiplik tarafından yönetilmişler ama rahiplik eğitimleri oldukça olağanüstü. Genç rahip yardımcıları üç veya dört yaşlarında iken ailelerinin yanlarından alınıp, kör ve karanlık bir dünyaya götürülür, buzulların eteğinde taştan yapılmış evlerde 18 yaşına kadar tutulurlar. Her biri, iki dokuz yıllık bir dönemi kapsayan doğal annelerinin rahminde geçirdikleri dokuz aylık gebelik süresini bilinçli olarak taklit etmeyi seçerler. Şimdi artık mecazi olarak büyük annelerinin rahminde bulunuyorlar. Ve tüm bu süre boyunca, kendilerine toplumlarının değerleri öğretiliyor, onların dualarının ve de sadece onların dualarının evrensel veya belki ekolojik dengeyi ayakta tuttuğunu savunan değerler. Ve bu ilginç başlangıcın sonunda, günün birinde birden dışarı çıkarılıyorlar ve hayatlarında ilk kez, 18 yaşında, güneşin doğuşunu görüyorlar. Ve güneşin, o nefes kesici güzel manzaranın eteklerine vurduğu ilk ışıkları gördükleri o berrak anda, karanlıkta öğrendikleri her şey birden çarpıcı bir mutlulukla onaylanıyor. Ve rahip geri adım atıp “Görüyor musunuz? Gerçekten size anlattığım gibi. O kadar güzel. Bunu korumak sizin göreviniz.” diyor. Kendilerine abiler adını veriyorlar ve diyorlar ki; küçük kardeşler olan bizler, dünyada yıkımdan sorumlu olan kişileriz. Sezginin bu seviyesi oldukça önemli oluyor. Ne zaman yerli halkı ve manzaraları düşünsek, ya Rousseau’yu ve soylu vahşilerin eski oyunlarını hatırlıyoruz ki bu basit ifadesiyle ırkçı bir fikir, veya alternatif olarak, Thoreau’yu hatırlıyoruz ve bu insanlar dünyaya bizden daha yakın diyoruz. Yerli halk duygusal değil, nostaljiden dolayı da güçsüzleşmemiş. Her ikisi içinde fazla yer yok; ne Asmat’ların sıtmalı bataklıklarında ne de Tibet’in dondurucu rüzgarlarında ama onlar yinede, zamanla ve törenlerinden dolayı, Dünya hakkında geleneksel bir sır oluşturmuşlar ve bu sır, Dünya’ya bilinçli olarak yakın olma fikrine değil de, daha çok ince bir sezgiye dayanıyor. Dünya’nın sadece insan bilinci sayesinde var olabileceğine dayanan bir varsayım. Şimdi, bu ne anlama geliyor? Bu, dağın Apu’nun ruhu olduğu ve kaderini onun belirleyeceği inancıyla büyütülen And Dağları’ndan küçük bir çocuğun, Montana’da dağın, maden olarak kazılmaya hazır bir taş yığını olduğu inancıyla büyütülen küçük bir çocuktan tamamen farklı bir insan olacağı ve o kaynağa veya o yere karşı farklı bir ilişkisi olacağı anlamına geliyor. Bir ruhun meskeni veya maden yığını olması konu dışı. İlginç olan, şahıs ile doğal dünya arasındaki ilişkiyi tanımlayan mecazdır. Ben İngiliz Kolombiyası’nın ormanlarında ormanların kesilmek için var oldukları inancıyla büyütüldüm. Bu beni Kwagiulth’lu arkadaşlarımdan daha farklı bir insan yaptı. Onlar bu ormanların, Hukuk’un meskeni olduğuna ve göğün eğri gagası olduğuna ve dünyanın kuzeyinde yaşayan, Hamatsa törenleri boyunca kullanmaları gereken ruhlar olan yamyam ruhların meskeni olduğuna inanırlar. Bu kültürlerin farklı gerçekler yaratabilecekleri fikrini düşünmeye başlarsanız eğer, onların olağanüstü buluşlarını anlamaya başlarsınız. Örneğin bu bitki. Geçen nisan ayında Amazon’un kuzeybatısında çektiğim bir fotoğraf. Çoğunuzun duymuş olduğu gibi bu bir ayahuskadır, şamanların dağarcığının en güçlü psikoaktif preparatı. Ayahuskayı büyüleyici kılan sadece preparatın farmakolojik gücü değil, karmaşık ayrıntılarıdır. İki farklı kaynaktan yapılır. Bir yandan, bu odunsu sarmaşık, içinde beta karbolinler, harmin, harmalin serisi bulunur ve hafif halüsinojeniktir. Sadece ana sapına bakarsak eğer, sanki daha çok şuurunuzun içine akan bir çeşit ince duman gibidir, ama Psychotria viridis diye adlandırılan bir kahve ailesinin ağaç yapraklarıyla karıştırılır. Bu bitkinin içinde bir takım çok güçlü triptaminler var, beyin serotoninine, dimetiltriptamin-5’e, metoksidimetiltriptamine çok benziyor. Yanomami’leri o otu burunlarına çekerken görmüşsünüzdür belki, çeşit çeşit baharatlardan hazırladıkları o madde içinde aynı zamanda metoksidimetiltriptamine de bulunduruyor. O tozu burnuna çekmek sanki etrafı barok resimleriyle çevrilmiş olan bir tüfek namlusundan fırlatılıp, bir elektrik denizine düşmeye benziyor. (Gülüşmeler.) Gerçeği çarpıtmıyor, sadece gerçeği dağıtıyor. Aslında, hocam Richard Evan Shultes ile eskiden tartışırdım, kendisi, Meksiko’da 1930 yılında yapmış olduğu sihirli mantar buluşuyla psikedelik dönemi başlatmıştır. Eskiden bu triptaminleri sanrıya sebep olarak sınıflandıramayacağınızı iddia ederdim, çünkü etkisi altına girdikten sonra evde halüsinasyon görecek kimse kalmıyor. (Gülüşmeler.) Ama bu triptaminler ağızdan alınamıyor çünkü bunlar insanın bağırsaklarında doğal olarak bulunan monoamin oksidiz isminde bir enzim tarafından denatüre ediliyorlar. Oral olarak sadece MAO’yu denatüre eden bazı kimyasallar ile birlikte alınabilirler. Şimdi, ilginç olan, sarmaşığın içinde bulunan beta-karbolinler triptaminin gücünü arttırmak için gerekli olan belirli bir çeşidin MAO inhibitörleridir. Kendinize bir soru sorun. Nasıl oluyor da 80:00 çeşit kısıtlı bitki barındıran bir bitki örtüsünde hiç bir morfolojik benzerliği olmayan iki bitki bulunuyor ve bunlar bu şekilde birleştirildikleri zaman bir çeşit biyokimyasal tür oluşturuyorlar ve bu bütün, her iki parçanın toplamından daha da önemli oluyor? Hemen o kolaycı ifadeye başvururuz, anlamsızlığı ifade eden deneme-yanılma yöntemi. Ama Kızılderililere sorarsanız, onlar “bitkiler bizimle konuşuyor” der. Peki bu ne anlama geliyor? Bu sınıf, Cofangiller, 17 çeşit ayahuska barındırıyor. Tüm bunları ormanın en uzak derinliklerinden ayırt edebiliyorlar. Bunlar bizim gözümüze tek bir çeşitmiş gibi görünür. Ve ardından türüne göre sınıflandırmasını nasıl yaptıklarını sorduğum zaman “Bitkiler hakkında bir şeyler bildiğinizi sanıyordum. Yani, hiçbir şey bilmiyor musunuz?” dediler. Ve ben “hayır” dedim. Aslında, dolunaylı bir gecede bu 17 çeşidin her birini ele alırsınız çıkardıkları melodilerin farklı olduğunu görürsünüz. Hoş, bu şekilde Harvard Üniversitesinde doktora derecesi alamazsınız ama bu, stamenleri saymaktan çok daha ilginç. Şimdi, (Alkış.) sorun, aramızda yerli halkın zor durumlarına acıyan bazılarımız bile, onları garip ve rengarenk buluyor ve gerçek dünya, yani bizim dünyamız, dönmeye devam ederken onları tarihin sınırlarına gömüyor. Gerçek şu ki bundan 300 yıl sonra 20. asır, savaşları ile veya teknolojik buluşları ile hatırlanmayacak, daha çok içinde yaşamış olduğumuz bir çağ olarak ve gezegendeki hem biyolojik hem kültürel çeşitliliğin muazzam tükenişini ya aktif olarak destekleyen, ya da pasif olarak kabul eden bir çağ olarak hatırlanacak. Günümüzdeki sorun değişim değil. Zamanla bütün kültürler sürekli hayatın yeni imkanlarını içeren bir dansa katılmışlardır. Ve sorun teknolojinin kendisi değildir. Sioux Kızılderililer yay ve oklarını terk etmeleriyle Sioux olmaktan vazgeçmemiştir, Amerikalılar at ve at arabalarını terk etmeleriyle Amerikalılıktan çıkmamıştır. Etnosferin bütünlüğünü tehdit eden değişim veya teknoloji değil. Bunu yapan güç. Egemenliğin sert yüzüdür. Ve dünyaya baktığınız zaman bunların yok olmaya mahkum kültürler olmadıklarını görürsünüz. Bu canlı, dinamik insanlar, uyum kapasitesini aşan belirli güçler tarafından hayattan çıkarılıyorlar. Bu, Penan’ların anavatanlarındaki korkunç ormansızlaştırma faaliyetleri olsun… Penan’lar Güneydoğu Asya’dan, Sarawak’tan gelen bir göçebe toplum. Bir kuşak öncesine kadar ormanlarda özgürce yaşayan bir toplum idi, ve şimdi nehirlerin kıyılarında köleliğe ve fuhşa düşürülmüşler. Orada nehrin çamurla kirlenmişliğini görürsünüz ve sanki bunun Borneo’nun yarısını Çin’in güneyindeki denize götürdüğü hissine kapılırsınız, ve orada Japonya’nın yük gemileri ufuğa açılmış ormandan kesilen ağaçları ambarlarına yüklemeyi bekliyorlar. Veya Yanomami’lerin durumunda, altının bulunuşunun ardından aniden çıkan bir hastalık söz konusudur. Ya da şu anda birçok araştırma yaptığım Tibet dağlarına gitsek, politik egemenliğin sert yüzünü görürsünüz. Bilirsiniz, soykırım, insanların fiziksel olarak yok edilmesi dünyaca kınanıyor ama etnosit, insanların hayat biçimlerinin yok edilmesi, sadece kınanmamakla kalmıyor aynı zamanda gelişim stratejisinin bir parçası varsayılarak birçok yerde, evrensel olarak kutlanılıyor. Tibetlilerin acısını, ta ki en son seviyesini görene kadar anlayamazsınız. Bir zamanlar genç bir arkadaşla beraber, Batı Çin’deki Chengdu’dan Tibet’in güneydoğusundaki Lhasa’ya kadar 6:00 mil karadan seyahat ettim ve Lhasa’ya vardığım zaman bizlere anlatılan istatistiklerin arkasında yatanları anladım. 6:00 kutsal anıt paramparça toz duman edilmiş. Kültür İhtilali esnasında kadroların öldürdüğü 1,2 milyon insan. Bu genç adamın babası Panchen Lama’ya ithaf edilmiş. Yani Çin kuşatması başlatıldığı zaman hemen öldürülmüş. Amcası, insanları Nepal’a götüren papaz cenaplarının başlattıkları diaspora ile kaçmış. Annesi, zengin olmak suçundan hapse atılmış. O da iki yaşlarındayken hapse girmiş, annesinin eteklerinin arkasına saklanmış, çünkü annesi onsuz kalmaya dayanamamış. O cesur hareketi yapan kız kardeşi ise bir eğitim kampına gönderilmiş. Günün birinde yanlışlıkla Mao’nun bileziğinin üstüne basmış ve bu kuralı çiğnemesinden dolayı yedi yıl ağır çalışma cezasına çarptırılmış. Tibetlilerin acısına dayanmak imkansız olabilir ama yine de insanların kurtarıcı ruhu dikkate alınması gereken bir şeydir. Ve sonuç olarak, bir seçim yapılması gerekiyor. Tek renkli bir dünyada mı yaşamak istiyoruz yoksa çeşitlilik içeren çok renkli bir dünyaya mı sarılmak istiyoruz? Büyük antropolog Margaret Mead ölmeden önce en büyük korkusunun, bizler bu sıkıcı düzensiz genel dünya bakışına kaydıkça sadece insanın hayalgücünün çok daha dar görüşlü bir düşünce şekline dönüşeceğini görmekle kalmayıp günün birinde uykudan uyandığımızda başka imkanların var olduğunu da unutmamız olduğunu söylemiş. Ve türümüzün belki 600:00 yıldır var olduğunu hatırlamak aşağılayıcı. Tohuma taptığımız zamanda bizlere tarımcılığı getiren, şamanların şiirlerinin yerine papazların nesrini geçiren, hiyerarşide uzmanlığı arttıran Neolitik İhtilal sadece 10:00 yıl önceydi. Bildiğimiz modern endüstriyel dünya daha sadece 300 yaşında. Şimdi, bu sığ tarih gelecek milenyumlarda önümüze çıkacak olan tüm zorluklara cevabımız olduğu anlamına gelmiyor. Dünyadaki bu sayısız kültürlere insan olmanın anlamı nedir diye sorulduğu zaman 10:00 farklı sesle cevap vereceklerdir. Ve biz hepimiz o şarkı içinde ne olduğumuzun ihtimallerini yeniden bulacağız: Tamamen bilinçli bir tür, bütün toplumların ve bütün bahçelerin gelişmek için bir yol bulmalarını sağlayacak kadar bilinçli bir tür. Ve iyimserlik diz boyu. Bu fotoğrafı Baffin Adası’nın kuzey uç noktasında bir takım İnuit fertleriyle denizgergedanı avlamaya gittiğim zaman çekmiştim. Bu adam, Olayuk, bana büyükbabası hakkında muhteşem bir hikaye anlatmıştı. Kanada hükümeti İnuit halkına hep iyi davranmamış, ve 1950’li yıllarda, egemenliğimizi kabul ettirmek için onları zorla kolonize ettik. Bu yaşlı adamın büyükbabası gitmeyi reddetmiş. Hayatından endişe eden aile bütün silahlarını ve bütün aletlerini almış. Böylece, İnuitlerin soğuktan korkmadıklarını anlamalısınız; soğuktan faydalanmışlar. Kızaklarının ayakları ren geyiği derisiyle sarılan balıktan yapılırmış. Ve bu adamın büyükbabası kutup gecesinden veya kar fırtınasından korkmuyormuş. Dışarı çıkmış, fok kürkünden pantolonunu indirmiş ve eline büyük tuvaletini yapmış. Dışkı donmaya başladığında, bunu bir bıçak şekline sokmuş. Bu bok bıçağının kenarına tükürmüş ve nihayet donup katılaştıktan sonra, bununla bir köpeği kesmiş. Köpeğin derisini soymuş ve bir zırh geliştirmiş, köpeğin göğüs kafesini almış ve bir kızak geliştirmiş, başka bir köpeği kızağa bağlamış ve beline taktığı bok bıçağıyla buz kütleleri üzerinden kayarak kaybolmuş. Hiç bir şeysiz çekip gitmekten bahsederiz bir de. (Gülüşmeler.) Ve bu, her şekilde, (Alkış.) İnuit halkının ve dünyadaki tüm yerli halkların direnç sembolüdür. Kanada hükümeti 1999 yılının Nisan ayında İnuitler’e, California ve Teksas’ın toplam büyüklüğünden daha büyük bir arazi verdi. Burası bizim yeni yurdumuz. Adı Nunavut. Bağımsız bir bölge. Tüm madeni kaynaklar onların elinde. Bir ülkenin devletinin halkının üzerinde nasıl egemenlik kurduğunun, halkı ile nasıl yeniden kaynaşacağını araştırmasına ilişkin muhteşem bir örnek. Ve sonuç olarak, sanıyorum ki çok açık, en azından aramızda gezegenin bu uzak noktalarında seyahat edenler için oraların hiç de uzak olmadığını anlamak zor değil. Oralar birilerinin anavatanı. İnsanın hayalgücünün ilk çağlara giden dallarını temsil ediyorlar. Ve hepimiz için bu çocukların hayalleri, tıpkı kendi çocuklarınızın hayalleri gibi umudun yalın coğrafyasının bir parçası haline geliyor. Yani, neticede National Geographic’de yapmaya çalıştığımız şey şu, siyasilerin asla bir şey yapacaklarına inanmıyoruz. Polemiklerin, (Alkış.) polemiklerin ikna edici olmadığını düşünüyoruz, ama hikayeler anlatmanın dünyayı değiştirebileceğini düşünüyoruz, ve sanırım biz dünya üzerindeki en iyi hikaye anlatan kuruluşuz. Her ay web sayfamız 35 milyon ziyaretçiye ulaşıyor. Televizyon kanalımız 156 ülkede yayın yapıyor. Dergilerimiz milyonlarca insan tarafından okunuyor. Ve etnosfere bir takım yolculuklar yapıyoruz, dinleyicilerimizi kültürel harikalar diyarlarına götürüyoruz ve bu gördükleri onları, ellerinde olmadan, büyülüyor ve umuyoruz ki, bu sebepten dolayı, her biri, antropolojinin temel ilhamını giderek anlayacak: Bu dünyanın bütün çeşitlikleriyle var olmayı hak ediyor ve ortak refahımıza katkıda bulunabilen bütün toplumların bilgeliğini barındıran gerçekten çok kültürlü çoğulcu dünyada yaşayabilmenin bir yolunu bulabiliriz. Çok teşekkür ederim. (Alkış.)