Beynimde bir cenaze duyumsadım
ve ötede beride yas tutanları,
arşınlamaya devam ettim, devam ettim ta ki duyuncaya kadar
onun kendini aşma hissi olduğunu.
Ve hepsi çöküp oturduğunda,
bir hizmet, sanki davul gibi,
çalmaya devam etti, devam etti, ta ki ben hissedinceye kadar
zihnimin hissizleştiğini.
Ve sonra bir kutuyu kaldırdıklarını duydum
ve gıcırdadığını ruhumun
o aynı kurşun çizmelerle yine,
sonra boşluk çınlamaya başladı,
sanki gökler birer çanmış gibi
ve varlık bir kulakmışçasına
ve ben, ve sessizlik, bir garip yarış
tarumar oldu, yalnızlık, burada.
Tam da sonra, mantığın bir tahtası kırıldı,
ve düştüm ve düştüm
ve bir dünyaya çarptım her dalışımda
ve bilmeyi bitirdim sonra."
Depresyonu metaforlar vasıtasıyla bilebiliyoruz.
Emily Dickinson bunu dil yoluyla aktarabilmişti,
Goya bir resmiyle.
Sanatın amacının yarısı
bu gibi simgesel halleri açıklamaktır.
Bana gelince, kendimi hep sağlam olarak gördüm,
hayatta kalabilecek insanlardan biri olarak
eğer toplama kampına gönderilmiş olsaydım.
1991'de bir dizi kaybım oldu.
Annem öldü,
bir ilişkim sonlandı,
Amerika'ya geri taşındım
yurtdışında bir kaç yıldan sonra,
tüm o tecrübelerden sağlam bir biçimde geçip çıktım.
Fakat 1994'te, üç yıl sonra,
kendimi neredeyse her şeye ilgimi kaybetmiş buldum.
Daha önce yapmayı istediğim hiç bir şeyi
yapmak isteyemez haldeydim
ve bunun sebebini bilmiyordum.
Depresyonun zıttı
mutluluk değildir, hayat doluluktur,
ve o canlılıktı
benden o anda akıp gidiyormuş gibi görünen.
Yapılması gereken her şey
gözüme çok meşakkatli iş gibi görünüyordu.
Eve gelirdim
ve telesekreterimin kırmızı ışığını görürdüm
ve arkadaşlarımın sesini duyacağıma heycanlanacağım yerde,
düşünürdüm,
"Geri dönülecek ne kadar da çok insan var."
Ya da öğlen yemeği yemem gerektiğine karar kılar
ve sonra düşünürdüm ki, "Fakat yemeği çıkarmalı
tabağa koymalı
ve kesip, çiğneyip, yutmalıyım"
ve bu bana çarmıha gerilmişçesine bir his verirdi.
Ve depresyon tartışmalarında
sıkça arada kaybolan meselelerden biri de
onun anlamsız olduğunu bilmenizdir.
Onu tecrübe ederken bilirsiniz ki anlamsızdır.
Bilirsiniz ki birçok insan mesajlarını
dinlemeyi ve öğle yemeğini yemeyi becerebilmektedir
ve duş almak için kendilerini organize edebilir
ve ön kapıdan dışarı çıkabilirler
ve bu çok da mesele değildir
ve lakin onun ağına düşmüşsünüzdür
ve çıkış yolunu bulabilememektesinizdir.
Ve sonra daha az iş gördüğümün
ve daha az düşündüğümün
daha az hissettiğimin farkına vardım.
Bir çeşit hiçlikti.
Ve sonra tedirgin sızdı içime.
Bana deseydiniz ki bir ay daha
depresyonda kalmak durumunda olduğumu,
derdim ki "Kasımda bu işin biteceğini bilirsem, baş edebilirim."
Fakat bana bu şiddetli tedirginliğin
önümüzdeki bir ay boyunca süreceğini söyleseydiniz
bunu yaşamaktansa bileğimi kesivermeyi tercih ederdim.
Tüm o zaman boyunca hissettiklerim,
sanki yürürken
kaydığınızda ya da tökezlediğinizde
ve yerin size doğru hamle yapması,
fakat normalde olduğu gibi yarım saniye sürmek yerine
altı ay sürmesi gibiydi.
Sürekli bir korku içinde olma hissiyatıydı,
fakat neyin sizi korkuttuğunun bilincinde dahi olamadan.
Ve tam da o nokta da düşünmeye başladım ki
hayatta olmak çok acı vericiydi
ve kendini öldürmemenin tek sebebi
diğer insanların canını yakmamaktı.
Ve en sonunda bir gün, uyandım
ve sanırım kalp krizi geçiriyorum diye düşündüm,
çünkü yatakta tamamen donmuş şekilde yatıyor,
telefona bakıyor, düşünüyordum,
"Yanlış bir şeyler var ve yardım çağırmalıyım,"
ve kolumu uzatıp
telefonu kaldırıp numarayı çeviremedim.
Ve nihayet, yatarak ona bakakalmamın tam dört saatin ardından
telefon çaldı
ve bir şekilde ahizeyi kaldırmayı başarabildim
ve babamdı
ve dedi ki, "Başım cidden belada.
Bir şeyler yapmalıyız."
Ertesi gün ilaçlarıma
ve terapiye başladım.
Ve aynı zamanda şu soruyla birlikte
hesaplaşmaya başladım:
Eğer toplama kampından
kurtulabilecek güçte bir insan değilsem
o halde kimim?
Ve ilaç almam gerekiyorsa,
şu ilaçlar beni olduğum gibi mi yapıyor,
yoksa beni bir başkasına mı çeviriyor?
Ve bu konuda ne hissederim
eğer beni bir başkasına çeviriyorsa?
Bu mücadeleye girdiğim sırada iki avantajım vardı.
Birincisi biliyordum ki, nesnel konuşuyorum,
iyi bir hayatım olmuştu
ve eğer bir iyileşebilirsem
öte tarafta bir şeyler vardı
yaşamaya değer.
Diğeriyse iyi tedavi imkanlarım olmasıydı.
Fakat yine de geri geldi, nüksetti
ve geri geldi ve nüksetti
ve geri geldi ve nüksetti
ve sonunda anladım
ilaçlarımı ve terapimi
sonsuza kadar sürdürmeliydim.
Ve düşündüm ki, "Fakat bu kimyasal bir problem mi
yoksa psikolojik bir problem mi?
Kimyasal bir tedaviye mi ihtiyaç vardı yoksa felsefik bir tedaviye mi?"
Ve hangisi olduğuna karar veremedim.
Ve sonra anladım ki aslında,
iki alanda da yeterince ileri değildik
ki bu şeyleri tamamen açıklayabilelim.
Kimyasal tedavi ve psikolojik tedavi,
ikisinin de rolü vardı
ve yine o depresyon sayesinde anladım ki bir şeyler
içimize çok derinden örülmüş
öyle ki ayırmak mümkün değildi
kişiliğimizden ve kimliğimizden.
Demek istiyorum sahip olduğumuz
depresyon tedavileri berbat.
Hiç etkin değiller.
Çok pahalılar.
Sayılamaz yan etkileri mevcut.
Bir felaketler.
Fakat şu zamanda yaşadığım için çok minnettarım
ve elli yıl önce
o yapacak hiçbir şeyin olmadığı
zamandan ziyade.
Umarım bundan elli yıl sonra,
insanlar benim tedavimi duyacak
ve bir kişinin bu ilkel bilime
nasıl katlandığına bakıp dehşete düşecekler.
Depresyon aşktaki bir kusurdur.
Eğer biriyle evliyseniz ve düşünürseniz ki,
"Eh, eğer karım ölürse, o zaman başkasını bulurum."
bu pek de bizim bildiğimiz anlamda aşk olmaz.
Kayba karşı bir duyarlılık yoksa
aşk diye bir şey de yoktur,
ve o çaresizliğin hayaleti
samimiyetin lokomotifi olabilir.
İnsanların karıştırmaya yatkın olduğu üç şey vardır:
depresyon, yas ve üzüntü.
Yas özellikle tepkiseldir.
Eğer bir kaybınız olduysa ve inanılmaz mutsuz hissediyorsanız,
ve sonra, altı ayın ardından,
hala çok derinden üzgünsünüzdür, fakat bir şekilde daha iyi işlev görebilirsiniz,
muhtemelen bu yastır,
ve büyük olasılıkla eninde sonunda
kendini bir şekilde çözüme kavuşturacaktır.
Eğer feci bir kaybı tecrübe ederseniz,
felaket hissederseniz,
ve altı ay sonra hemen hemen işlev göremez durumdaysanız,
bu muhtemelen feci olaylar karşısında
tetiklenen bir depresyondur.
Bu yörünge bize çok önemli bir meseleyi anlatır.
İnsanlar depresyonu sadece mutsuzluk hali olarak düşünürler.
Çok, çok ama çok mutsuzluktur,
fazla çok fazla yastır,
ancak buna karşın sebebi çok zayıftır.
Depresyonu anlamaya,
ve onu tecrübe eden insanlarla görüşmeye yola çıktığımda,
buldum ki yüzeyde sanki
nispeten hafifçe geçiriyormuş gibi görünen insanlar
aslında onun yüzünden
tamamen devre dışı edilmiş halde idiler.
Ve diğer bir grup insan da vardı ki,
onu feci şiddetli bir depresyon şeklinde tanımlamakta
fakat depresyon dönemlerinin
arasındaki çatlaklarda iyi bir hayat
sürebilmişlerdir.
Böylelikle bazı insanları
diğerlerinden daha dayanıklı yapan şeyin
ne olduğunu anlamak üzere yola çıktım.
Bu insanların hayatta kalmasını sağlayan
mekanizmalar nelerdi?
Ve yola çıktım ve depresyonda muzdarip
bir insanın ardından bir diğeriyle görüştüm.
Görüştüğüm insanlardan birisi
depresyonu ölüyor olmanın
yavaş bir yolu olarak tanımladı,
ve bunu böyle erkenden duymak
benim için iyi bir şeydi
çünkü bana yavaş yavaş ölüyor olmanın
hakikaten ölüme götürebileceğini hatırlatmıştı,
ve bu ciddi bir meseleydi.
Bu dünya çapında en önde gelen engeldir,
ve bunun yüzünden her gün insanlar ölür.
Bunu anlamaya çalışırken
konuştuğum insanlardan birisi
yıllardır tanıdığım
üniversite ilk yılında
psikotik bir dönem geçiren
sevgili bir dostumdu,
ve sonra korkunç bir depresyonun içine düşmüştü.
Bipolar hastalığı vardı
ve ya o zaman bildiğimiz adıyla manik depresyon.
Ve sonra uzun yıllar lithium kullanarak
çok iyi iş başardı,
ve sonra lithium olmadan nasıl olduğu
görülebilmesi için zamanla
bırakmasına karar verildi ki,
ve tekrar bir psikoz geçirdi,
ve gördüğüm en berbat depresyonun
içine düştü,
öyle ki günlerce
az ya da çok katatonik, çoğunlukla hiç hareket etmeden
ailesinin dairesinde otururdu.
Sonra onunla birkaç yıl sonra yaşadıkları hakkında görüştüğümde --
Maggie Robbins adında bir şair ve psikoterapisttir --
onunla görüştüğümde, dedi ki,
"'Where Have All The Flowers Gone' şarkısını söylerdim
tekrar tekrar, ki zihnimi meşgul edebileyim.
Zihnimin söyleyip durduklarını mürekkebe bulamak adına şarkı söyleyip duruyordum,
diyordu ki 'Sen hiçbir şeysin, sen hiçkimsesin.
Yaşamaya dahi hakkın yok.'
Ve işte o zamandı
kendimi öldürmeyi düşünmeye başlamam."
Depresyondayken gri bir peçe
giydiğinizi düşünmezsiniz,
ve dünyayı kötü ruh halinizin
pusundan gördüğünüzü farketmezsiniz.
Siz aslen peçenizin,
mutluluk peçesinin sizden alındığını,
ve şimdi asıl gerçeği gördüğünüzü düşünürsünüz.
Şizofrenlere; içlerinden, algıladıkları
o yabancı şeyin çıkarıp atılması gerektiğini
anlatarak yardımcı olmanız daha kolaydır,
fakat depresiflerle bu zordur,
çünkü gerçeği gördüğümüze inanırız.
Fakat gerçek yalan söyler.
Bu cümleye takmış durumdayım:
"Fakat gerçek... yalan söyler."
Ve depresif insanlarla konuştukça
birçok sanrısal algılarının olduğunu farkettim.
İnsanlar derler ki, "Beni kimse sevmiyor."
Ve siz de dersiniz ki, "Seni ben seviyorum,
seni karın seviyor, seni annen seviyor."
Bu şekilde hazırca cevap verbilirsiniz,
en azından birçokları için.
Fakat depresif kişiler de diyeceklerdir ki,
"Ne yaparsak yapalım,
sonunda hepimiz öleceğiz."
Ya da diyeceklerdir ki, "İki insan arasında
gerçek bir birliktelik mümkün değildir.
Her birimiz kendi bedenimize hapsolmuşuzdur."
Buna da demelisiniz ki,
"Bu doğru,
fakat sanırım şimdi odaklanmamız gereken
kahvaltıda ne olacağıdır."
(Gülüşmeler)
Çok zamanlar,
ifade ettikleri hastalık değildir, fakat sezgidir;
ve insan, asıl sıradışı olanın
hepimizin bu varoluşsal soruları bilip
bunların bizi pek de avutmaması olduğuna kanaat getiriyor.
Özellikle beğendiğim bir çalışma vardı
bir grup depresifin
ve depresif olmayanların bulunduğu
ve bir saatliğine bir video oyunu oynamalarının istendiği,
ve bir saatin sonunda,
kaç canavar öldürdüklerini
düşündükleri sorulmuştu.
Depresif grup genellikle yüzden ona kadar
hassaslıkta doğru cevaplamışlardı,
ve depresif olmayan kişiler de sayıyı
öldürdükleri küçük canavar sayısından
on beş ila yirmi kat fazla -- (Gülüşmeler) --
olarak tahmin etmişlerdi.
Depresyonum hakkında yazmayı seçtiğimde,
o odadan çıkıp insanların bilmesini sağlamanın
zor olacağını söyledi birçok insan.
Dediler ki, "İnsanlar seninle farklı bir şekilde konuşuyorlar mı?"
Ve ben de dedim ki, "Evet, benimle farklı bir şekilde konuşuyorlar.
Benimle bir dereceye kadar farklı bir şekilde konuşuyorlar
kendi tecrübelerinden
ve ya kız kardeşlerinin tecrübelerinden
veya arkadaşlarının tecrübelerinden bahsetmeye başladıklarında.
Bir şeyler değişti çünkü şimdi
depresyonun herkesin sahip olduğu
bir aile sırrı olduğunu biliyorum.
Birkaç yıl önce bir konferansa gittim,
ve üç günlük konferansın cuma gününde,
katılımcılardan biri beni kenara çekerek dedi ki,
"Depresyondan muzdaribim ve
bundan biraz utanıyorum,
fakat bu ilaca devam ediyorum,
ve sadece ne düşündüğünü sormak istedim?"
Ve ona elimden gelen en iyi tavsiyeyi vermeye çalıştım.
Ve sonra dedi ki, "Bilirsin,
kocam bunu asla anlamazdı.
Öyle biridir bu ona hiçbir şey ifade etmez,
işte, bilirsin, sadece aramızda kalsın."
"Evet, olur tabii." dedim.
Pazar günü aynı konferansta,
kocası beni kenara çekti,
ve dedi ki, "Karım pek öyle biri olduğumu düşünmez
eğer bilse,
fakat şu depresyonla baş etmeye çalışıyorum
ve bazı ilaçlar alıyorum,
ve ne düşündüğünü merak etmiştim?"
Aynı yatak odasında
aynı ilacı
iki farklı yerde saklıyorlardı.
Ve ben de evliliklerindeki iletişimin
problemlerinin bir kısmını
tetikliyor olabileceğini söyledim.
(Gülüşmeler)
Fakat böylesine bir karşılıklı gizliliğin
sıkıntılı doğasına
takılıp kalmıştım.
Depreson çok yorucudur.
Zamanınızın ve enerjinizin çoğunu alır götürür,
ve onunla ilişkili sessizlik,
işte asıl o depresyonu asıl berbat yapan şeydir.
Ve sonra insanların kendilerini daha iyi ettikleri
o tüm yolları düşünmeyi başladım.
Bir tıp muhafazakarı olarak başladım öncelikle.
İşe yarayan birkaç çeşit terapi olduğunu sanıyordum,
var oldukları aşikardı --
ilaçlar vardı,
birtakım psikoterapiler vardı,
belki elektrokonvulsif tedavi vardı,
ve başka her şey saçmalıktı.
Fakat sonra bir şeyi keşfettim.
Eğer beyin kanseriniz varsa,
ve her sabah yirmi dakika boyunca
başınızın üzerinde durmanın kendinizi iyi hissettirdiğini söylüyorsanız,
kendizi iyi hissetmenizi sağlıyor olabilir,
fakat hala beyin kanseriniz vardır,
ve muhtemelen yine de bu yüzden öleceksinizdir.
Fakat eğer depresyonunuzun olduğunu söylüyorsanız,
ve her gün yirmi dakika başınızın üzerinde durmak
kendinizi iyi hissettiriyorsa, o halde işe yaramıştır,
çünkü depresyon nasıl hissettiğinizle ilgili bir hastalıktır,
ve eğer iyi hissediyorsanız,
o halde sonuç olarak artık depresif değilsinizdir.
Böylelikle alternatif tedavilerin
engin dünyasına karşı çok daha hoşgörülü hale geldim.
Ve mektuplar alıyorum,
insanların bana neyin işe yaradığını anlattığı yüzlerce mektup aldım.
Kuliste birisi bana bugün meditasyonu
soruyordu.
Aldığım mektuplar arasında en beğendiğim
bir kadından aldığım mektuptu
ve içinde terapiyi denediğini,
ilaçları denediğini, hemen hemen her şeyi denediğini,
ve çözümü bulduğunu ve bunu dünyaya söylememi umduğunu,
bunun yün iplikle küçük şeyler yapmak olduğunu yazmıştı.
(Gülüşmeler)
Bana birkaçını gönderdi. (Gülüşmeler)
Ve şu anda üzerimde değiller.
Ona ayrıca DSM'den
(Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders / Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı)
Obsesif kompulsif bozukluğa (OCD) da bir bakmasını tavsiye ettim.
Ve hala, ne zaman alternatif tedavilere baksam,
diğer tedaviler üzerine de bir bakış açısı kazandım.
Senegal'de bir kabile şeytan çıkarma ayininde bulundum
ve bol miktarda koç kanıyla karşı karşıya kaldım
ve şimdi detaylara girmiyorum,
fakat birkaç yıl sonra Rwanda'da
farklı bir proje üzerinde çalışıyordum,
ve bu deneyimimi birisine anlatır buldum kendimi,
ve dedi ki, "Eh, bilirsin,
o Batı Afrika, ve biz de Doğu Afrika'dayız,
ve ayinlerimiz bazı açılardan çok farklıdır,
fakat anlattığın ayinle birçok ortak yönü
olan ayinlerimiz var."
"Ah" dedim, "Evet" dedi,
"fakat batdaki akıl sağlığı çalışanlarıyla bir çok problemimiz oldu,
özellikle soykırımın ardından gelenlerde."
Dedim ki, "Ne çeşit sorunlar yaşadınız?"
Ve dedi, "İşte,
şu garip şeyi yapıyorlar.
Onlara iyi gelecek günışığını görmeleri için
insanları dışarı çıkarmadılar.
İnsanların kanlarını harekete geçirecek davul ve müziği işe katmadılar.
Tüm toplumu dahil etmediler.
Depresyonu işgalci bir ruh olarak
cismanileştirmediler.
Onun yerine yaptıkları insanları alıp
teker teker soluk bir odaya koymak
ve bir saat boyunca başlarına gelen
kötü şeylerden konuşmalarını istemek."
(Gülüşmeler) (Alkış)
Dedi ki, "Onlardan ülkeyi terketmelerini istedik."
(Gülüşmeler)
Alternatif tedavilerin diğer ucunda,
size Frank Russakoff'tan bahsedeyim.
Frank Russakoff bir insanda gördüğüm
belki en kötü depresyona sahipti.
Sürekli depresif haldeydi.
Onunla tanıştığımda öyle bir noktadaydı ki,
her ay elektroşok tedavisi oluyordu.
Bir hafta sersemlemiş hissederdi.
Sonra bir hafta iyi hissederdi.
Sonraki hafta yine baş aşşağı gitmeye başlardı.
Ve sonra bir eletroşok tedavisi daha alırdı.
Ve onunla tanıştığımda bana dedi ki,
"Haftalarımın bu şekilde geçmesi katlanılamaz.
Bu yolda gidemem,
ve nasıl bitireceğime karar verdim
eğer iyiye gitmezse.
Fakat," dedi bana, "Mass General'da
singulotomi (cingulotomy) denen bir prosedür için
bir protokol olduğunu duydum, bir beyin cerrahisi,
ve sanırım bunu bir deneyeceğim."
Ve o noktada birinin,
birçok farklı tedavileri deneyip
o kadar kötü tecrübeleri olan birinin
uzanıp bir deneme daha yapacak kadar
hala içinde bir yerlere yeterince iyimserlik gömmüş
olduğunu görmemin beni nasıl hayran bıraktığını hatırlıyorum.
O singulotomiyi oldu,
ve inanılmaz başarılı idi.
Şimdi benim bir dostum.
Çok hoş bir eşi ve iki güzel çocuğu var.
Cerrahiden sonraki yılbaşında bana bir mektup yazdı
ve dedi ki,
"Babam bana bu yıl iki hediye gönderdi,
birincisi, pek de ihtiyacımın olmadığı
The Sharper Image'dan motorlu C.D. rafı,
fakat bunu kendi başıma yaşadığım ve
sevdiğim bir işi yaptığım için beni kutlamak adına
gönderdiğini biliyordum.
Ve diğer hediye ise
büyük annemin fotografı idi,
intihar etmişti.
Paketi açtığımda ağlamaya başladım,
ve annem geldi ve dedi ki,
'Hiç tanımadığın akrabaların için mi ağlıyorsun?'
Ve ben de dedim ki, 'Benim sahip olduğum hastalığın aynısına sahipti.'
Şimdi bunu sana yazarken ağlıyorum.
Üzgün olduğum için değil, fakat çok doluyum,
Sanırım, kendimi öldürebilirdim,
fakat anne-babam devam etmemi sağladı,
ve doktorlar da öyle,
ve ameliyatı oldum.
Yaşıyorum ve minnettarım.
Doğru zamanda yaşıyoruz,
her zaman pek öyle hissetmesek de."
Depresyonun modern, batılı ve orta-sınıf meselesi
olduğu algısının
yaygın olması konusuna takılmıştım,
ve farklı bağlamlarda nasıl işlediğini
görmeye gittim,
en çok ilgilendiğim şeylerden biri de
yoksul kimselerdeki depresyon idi.
Ve yoksul depresif insanlar için neler yapıldığını
görmek için çıktım böylelikle.
Ve keşfettiğim şey yoksul insanlara
depresyon tedavisi çoğunlukla hiç verilmediği oldu.
Depresyon bir çeşit genetik yatkınlığın sonucudur,
nüfusa eşit şekilde dağıldığı sanılmaktadır,
ve tetikleyici durumlar,
yoksul kimselerde çok daha
şiddetli şekilde kendini gösterme olasılığı daha yüksektir.
Şu çıkıyor ki,
eğer gerçekten çok hoş bir hayatınız varsa ve sürekli sefil hissediyorsanız,
düşünürsünüz ki, "Niye böyle hissediyorum?
Depresyon sahibi olmalıyım herhalde."
Ve çıkıp bir tedavi ararsınız.
Fakat mükemmel derecede felaket bir hayatınız varsa,
ve sürekli sefil hissediyorsanız,
hisleriniz hayatınızla orantılıdır,
ve şunu düşünmezsiniz bile,
"Belki tedavi edilebilirdir."
Şimdi bu depresyon ülkesinde
yoksul insanlar arasında bir salgın var,
bakılmıyor, tedavi edilmiyor,
çözüm adımı atılmıyor,
ve bu büyük mertebeden bir trajedi.
Ve sonra bir akademisyen buldum
D.C. (District of Columbia)'nin kenar mahallelerinde
bir araştırma projesi yürütüyordu,
orada başka sağlık problemlerinde ötürü gelip depresyon teşhisi
konan bir kadın bulmuştu,
ve sonra ona altı ay sürecek deneysel bir protokol sağladı.
Birisi, Lolly, içeri girdi,
ve içeriye girdiği gün şunu söyledi.
Dedi ki, o bir kadındı, bu arada,
yedi çocuğu vardı. Dedi ki,
"Bir işim vardı fakat bırakmak zorunda kaldım çünkü
evden dışarı çıkamazdım.
Çocuklarıma söyleyecek bir şeyim yoktu.
Sabahları, çıkmalarını bekleyemiyorum,
ve sonra yatağıma tırmanıyorum ve örtüleri başımın üzerine çekiyorum,
ve saat üçte eve geldiklerinde,
çok çabuk gelmiş oluyorlar."
Dedi ki, "Çok fazla Tylenol alıyorum,
daha fazla uyuyabilmek için her şeyi alıyorum.
Kocam bana aptal ve çirkin olduğumu söylüyordu.
Acıyı durdurabilmeyi diledim."
İşte, Bu deneysel protokole getirilmişti,
ve onunla altı ay sonra görüştüğümde,
Amerikan Donanması'nda çocuk bakımında görevli olarak iş bulmuş
ve kendisine kötü davranan kocasını terketmişti,
ve bana dedi ki,
"Çocuklarım şimdi çok daha mutlu."
Dedi ki, "Yeni evimde oğlanlar için bir oda var
bir oda da kızlar için,
fakat geceler, hepsi toplanıp yatağıma geliyorlar,
ve hep birlikte ödevlerini, her şeyi yapıyoruz.
Birisi vaiz olmak istiyor,
birisi itfaiyeci,
kızlardan birisi avukat olacağını söylüyor.
Eskiden olduğu gibi ağlamıyorlar,
eskiden olduğu gibi kavga etmiyorlar.
Tüm ihtiyacım olan çocuklarım.
Bir şeyler değişmeye devam ediyor,
giyinişim, hissiyatım, davranış şeklim.
Dışarı çıkabilirim ve artık korkmam,
ve o kötü hislerin geri geleceğini de sanmıyorum,
Dr. Miranda ve diğerleri olmasıydı,
hala evde örtüleri başımın üzerine çekiyor olurdum,
yaşıyor olsam bile.
Tanrı'dan bana bir melek göndermesini istedim,
ve benim dualarımı duydu."
Bu deneyimler bana cidden dokunmuştu,
ve bunları yazmalıyım diye karar verdim
sadece üzerinde çalışmakta olduğum kitapta değil,
fakat aynı zamanda bir makalede,
ve böylelikle The New York Times Magazine'de
yoksul kimseler arasındaki yoksulluk hakkında yazma görevi aldım.
Ve hikayemi teslim ettim,
editörüm beni aradı ve dedi ki,
"Bunu gerçekten yayınlayamayız."
"Neden olmasın?" dedim.
Dedi ki, "Sadece, inanması çok güç.
Bu insanlar bir bakıma toplumun en alt tabakasında
ve birkaç aylık tedavi görüyorlar
ve bir anda hesapta Morgan Stanley'yi yönetmeye hazır hale mi geliyorlar?
İşte bu pek olanaksız."
Dedi ki, "Hiç buna benzer bir şey duymadım."
Ve ben de dedim ki, "Hiç duymamış olmanız
bunun bir haber olduğunun göstergesidir."
(Gülüşmeler) (Alkış)
"Ve siz bir haber dergisisiniz."
Belli bir miktar müzakereden sonra,
kabul ettiler.
Fakat söylediklerinin büyük çoğunluğu
garip bir şekilde bu insanların hala
tedavi fikrinden
hoşlanmamalarıyla bağlantılıydı,
bir şekilde çıkılması
ve birçok yoksul toplulukları tedavi edilmesinin,
istismara açık bir şey olduğu çünkü onları değiştirecek bir şey olduğu
görüşüyle bağlantılıydı.
Hepimizin etrafını sarmış gibi duran
şu yanlış ahlaki kural var ki,
depresyonun tedavi edilmesi,
ilaçlar vesaire, bunlar birer oyun, hile
ve doğal değil diye buyuruyor.
Bence bu son derece yanlış yönlenmiş.
İnsanların dişlerinin dökülmesi pek ala doğal görülebilirdi,
fakat kimse diş macununa karşı eylem yapmıyor,
en azından benim çevremdekiler için bu böyle.
Ve insanlar sonra der ki, "Eh, fakat depresyon insanların
tecrübe etmesi gereken şeylerden değil mi?
Depresyon sahibi olmak için evrilmedik mi?
Bu bizim kişiliğimizin bir parçası değil mi?
Bu derdim ki, ruh hali uyum sağlar.
Üzüntü ve korku
neşe ve keyif
ve tüm diğer ruh hallerimizin içinde bulunabilir olmamız,
bu inanılmaz değerlidir.
Ve majör depresyon,
sistem bozulduğunda olan bir şeydir.
Bu bir kötü uyumdur.
İnsanlar bana gelir ve derler ki,
"Sanırım, işte, bir sene daha katlanabilirsem,
sanırım bunu aşabilirim."
Ve onlara hep derim ki, "Bunu aşabilirsin belki,
ama bir daha aslda 37 yaşında olmayacaksın.
Hayat kısa, ve bu tam bir yıl demek
ümidi kestiğini söylediğin.
Bunu bir düşün."
Şu İngilizce dilinin bir garip yoksulluğudur,
ve hakikaten birçok dilin de öyle,
bir çocuğun, doğum gününde yağmur yağdığında
hissettiklerini tanımlarken de,
bir kişinin intihar etmeden bir dakika önce hissettiklerini
tanımlarken de aynı sözcüğü kullanıyor olmamız,
depresyon.
İnsanlar bana der ki, "Eh, normal üzüntü ile sürekli midir?"
Ben de diyorum ki, bir bakıma öyledir.
Belli bir miktar sürekliliği vardır,
fakat bu süreklilik, evinizin dışındaki
demir çitlerin zımparalanmayı gerektirecek şekilde
küçük bir pas lekesi kapması
ve ufak bi boya atmanız arasındaki sürelilik ile aynı şekildedir,
ve yüz yıl bir evi o şekilde bırakırsanız
olacak olan turuncu tozdan bir yığına
dönüşmesidir.
Ve o turuncu toz lekesi,
o turuncu toz problemi,
işte tamda üzerine gitmek üzre yola çıktığımız şeydir.
Şimdi de insanlar der ki,
"Bu mutlu hapları alıyorsunuz, ve mutlu mu hissediyorsunuz?"
Yapmıyorum.
Fakat öğle yemeği yemek durumda olmak beni üzgün hissettirmiyor,
ve telesekreterim beni üzgün hissettirmiyor,
ve duş almak beni üzgün hissettirmiyor.
Daha fazla hissediyorum, aslına bakarsanız, sanırım,
çünkü mutsuzluğu hiçlik olmadan hissedebiliyorum.
İşle ilgili hayal kırıklıkları hakkında üzgün hissediyorum,
hasar gören ilişkiler hakkında,
küresel ısınma hakkında.
Bunlar benim şimdi üzgün hissettiğim şeyler.
Ve kendime dedim ki, eh, sonuç ne?
Bu insanların nasıl bu kadar iyi hayatları oldu,
büyük depresyondan geçmeyi becermelerine rağmen?
Dayanıklılığın mekanizması nedir?
Zamanla şunu buldum,
tecrübelerini reddeden insanlar,
"Uzun zaman önce depresyondaydım
ve bir daha asla onun hakkında düşünmek istemiyorum
ve ona bakmayacağım
ve sadece hayatıma devam edeceğim,"
ironik bir şekilde, bu insanlar
sahip olduklarının en çok kölesi olanlardır.
Depresyonu kapatmak onu güçlendirir.
Siz ondan saklanırken, o büyür.
Daha iyi beceren insanlar
bu çeşit bir durumları olduğu gerçeğini
tolere edebilenler olur.
Depresyonuna tolerans gösterebilenler
dayanıklılığa kavuşanlar oluyor.
Frank Russakoff bana dedi ki,
"Eğer tekrar yapmam gerekirse,
sanırım bu şekilde yapmazdım,
fakat garip bir şekilde, minnettarım
tecrübe ettiklerime.
Kırk defa hastaneye gittiğim için mutluyum.
Bana sevgi hakkında çok şey öğretti,
ve doktorlarım ve ailemle ilişkim
benim için çok değerli oldu, ve her zaman öyle olacak."
Ve Maggie Robbins dedi ki,
"AIDS kliniklerinde gönüllü olurdum,
konuşur, konuşur ve konuşurdum
ve uğraştığım insanlar
pek duyarlı değillerdi, ve düşündüm ki,
'Bu pek onlar için dostça ve faydalı değil.'
Sonra anladım,
Anladım ki o ilk beş dakikalık muhabbetten
fazlasını yapmayacaklardı.
Basitçe, AIDS sahibi olmamam ve ölecek olmamam
buna sebep olacaktı,
fakat onların başında işte bunların olmasını
kaldıramazdım.
İhtiyaçlarımız en büyük varlığımızdır.
Sonuçta ihtiyacım olan tüm o şeyleri
vermeyi öğrendim."
Birinin depresyonuna değer vermesi
nüksetmesini engellemez,
fakat nüksetme olasılığını
ve hatta nüksedişini bile kaldırması kolay hale getirebilir.
Soru, çok da o büyük anlamı bulmak
ve depresyonunuzun çok anlamlı
olduğuna karar kılmak değildir.
Daha ziyade o anlamı aramak
ve düşünmek, tekrar geldiğinde,
"Cehennem gibi olacak,
fakat bundan bir şeyler öğreneceğim." demektir mesele.
Ben kendi depresyonumda öğrendim
bir duygunun ne kadar büyük olabileceğini,
gerçeklerden daha sahici olabileceğini,
ve bu deneyimimin
olumlu duyguları çok daha odaklı ve
yoğun bir şekilde yaşayabilmeme imkan verdiğini buldum.
Depresyonun zıttı mutluluk değildir,
fakat canlılıktır,
ve bu günlerde, yaşamım canlı,
hatta üzgün olduğum günlerde bile.
Beynimdeki cenazeyi hissettim,
ve devin yanına oturdum,
dünyanın kenarında,
ve keşfettim
içimde olan bir şeyi
ona ruhum diyebilirim
onu yirmi yıl önce o güne değin hiç formüle etmemiştim
cehennemin bana süpriz ziyarette bulunduğu o zaman.
Sanırım depresyonda olmaktan
ve tekrar depresyona girmekten nefret eder olmama karşın
depresyonumu sevmenin bir yolunu buldum.
Onu sevdim, çünkü beni zorladı
aramaya ve neşeye tutunmaya.
Onu seviyorum çünkü her gün karar veriyorum,
bazen oyuncu bir biçimde,
ve bazen o anın mantığına aykırı bir biçimde,
yaşama sebeplerine bağlanmaya.
Ve, sanırım, bu son derece ayrıcalıklı bir coşku.
Teşekkür ederim.
(Alkış)