Geçenlerde, Yeni Gine'nin
dağlık bölgelerinde seyahat ediyordum
ve üç karısı olan bir adamla konuşmuştum.
Ona "Kaç eşinin olmasını isterdin?"
diye sordum ve
uzun bir sessizlik oldu,
ben de kendi kendime
"Acaba beş mi diyecek,
yoksa 10 mu?
25 mi diyecek?" diye düşünüyordum.
Bana döndü ve
"Hiç." dedi.
(Gülüşmeler)
İnsan toplumlarının %86'sı, bir erkeğin
birkaç eşinin olmasına müsaade ediyor:
Çok eşlilik.
Fakat bu kültürlerin muazzam çoğunluğunda,
erkeklerin yalnızca yüzde beşi ya da
10'unun birkaç eşi var.
Birkaç eşin olması, baş ağrısına
neden olabilir.
Aslında, diğer eşler birbirleriyle
kavga edebilir,
hatta bazen birbirlerinin çocuklarını
zehirleyebilirler.
Bir harem inşa edebilmek için
bir sürü inek,
bir sürü keçi ve bir sürü para,
arsa sahibi olmanız gerekir.
Bizler yakın-ilişki kuran türleriz.
Memelilerin yüzde 97'si,
gençliklerini yaşamak için eşleşmezler;
insanlar bunu yapar.
Bizlerin, partnerlerimize cinsel açıdan
ister istemez sadık olduğumuzu
öne sürmüyorum.
42 kültürde cinselliği araştırdım ve
aslında, bazı genetik
özelliklerini ve beyindeki
sistemini anladım.
Bu, dünya çapında çok yaygın,
fakat biz aşk için yaratıldık.
Teknoloji, aşkı nasıl değiştirir?
Neredeyse hiç değiştirmediğini
söylemek istiyorum.
Beyin üzerinde çalıştım.
Ben ve meslektaşlarım, yaklaşık 100 kişiyi
bir beyin tarayıcısına soktuk,
bunlar henüz âşık olmuş,
henüz reddedilmiş ve
uzun süredir aşk yaşayan
insanlardı.
Ayrıca uzun süre "aşk içerisinde"
kalmak mümkündür.
Uzun süre önce, çiftleşme ve üreme için
üç farklı beyin sistemi
geliştirdiğimizi belirtmiştim:
Cinsel dürtü,
yoğun romantik aşk hisleri
ve uzun süreli bir partnere duyulan
derin, sınırsız bağlılık hissi.
Bu üç beyin sistemi, beynin diğer
çoğu kısmıyla birlikte,
cinsel, romantik ve ailevi
yaşamlarımızı düzenlerler.
Fakat korteksin ötesinde; duygularımızı
hissettiğimiz, duygularımızın
üretildiği yer olan limbik sistemin
ötesinde bulunurlar.
Enerji, odak, tutku, motivasyon,
istek ve dürtü ile bağlantılı olarak,
beynin en ilkel kısımlarında
bulunurlar.
Bu durumda,
yaşamın en büyük ödülünü
kazanma dürtüsü:
Bir çiftleşme partneridir.
İlk atalarımız arasında, yaklaşık
4,4 milyon yıl önce geliştiler ve
Tinder'da parmağınızı sağa ya da sola
kaydırınca değişmeyecekler.
(Gülüşmeler)
(Alkışlar)
Teknolojinin, flört etme biçimimizi
değiştirdiği şüphesiz:
e-postalaşma, mesajlaşma,
duyguları ifade eden yüz ifadeleri,
cinsel içerikli mesajlar,
bir fotoğrafı, öz-çekimleri "beğenmek" ...
Nasıl flört edeceğimize dair yeni kurallar
ve tabular görüyoruz.
Fakat, biliyorsunuz,
bu durum, aşkı gerçekten dramatik bir
biçimde değiştiriyor mu?
1940'ların sonlarında, otomobilin çok
popüler olduğu ve birdenbire,
yürüyen yatak odalarına
sahip olduğumuz döneme ne dersiniz?
(Gülüşmeler)
Peki, doğum kontrol hapının ortaya
çıkmasına ne dersiniz?
Kadınlar, hamilelik ve sosyal baskı
tehditinden kurtularak,
sonunda ilkel ve temel cinselliklerini
ifade edebilmişlerdi.
Çöpçatanlık siteleri bile,
aşkı değiştirmiyor.
Match.com'un bilimsel
danışmanlık uzmanıyım,
11 yıldır bu işi yapıyorum.
Onlara bunların çöpçatanlık siteleri değil
tanıştırma siteleri olduğunu söylüyorum
ve bana katılıyorlar.
Bir barda, bir kafede ya da
parkta bir bankta oturduğunuzda;
eski zamanlardan kalma
beyniniz, uyuyan bir kedinin uyanması
gibi, eyleme geçer ve
siz gülümsersiniz,
kahkaha atarsınız,
dinlersiniz ve
100 bin yıl önce atalarınızın yaptığı
gibi, gösteriş yaparsınız.
Size çeşit çeşit insanlar sunabiliriz --
tüm çöpçatanlık siteleri gibi --
fakat, tek gerçek algoritma,
kendi beyninizdir.
Teknoloji bunu değiştirmeyecek.
Ayrıca teknoloji, kimi sevmeyi
seçeceğinizi de değiştirmeyecek.
Kişilik biyolojisi çalışıyorum ve
dopamin, seratonin,
testesteron ve östrojen sistemleri
ile bağlantılı
dört ana davranış ve düşünce şekli
evrimleştirdiğimize inanmaya
başladım.
Ben de beynin bu dört sistemiyle
alakalı kişisel özelliklerinizin,
onların kümelenmelerinin
derecesini ölçmek için
doğrudan beyin bilimini kullanarak
bir anket hazırladım.
Daha sonra 40 farklı ülkedeki
çeşitli çöpçatanlık sitelerine
bu anketi ekledim.
Anketi şu anda 14 milyondan
fazla kişi doldurdu ve
ben kimin kiminle ilgilendiğini
doğal bir şekilde gözlemlemiş oldum.
Ve sonuçlara baktığımda
dopamin ağırlıklı bir sistemi olanlar daha
meraklı, yaratıcı, spontane
ve enerjik olmaya yönelikken
kendilerine benzeyen insanlara
ilgi duyuyorlardı. Tahmin ederim ki
burada da bir sürü böyle insan var.
Meraklı ve yaratıcı insanların kendileri
gibi olanlara ihtiyacı var.
Serotonin ağırlıklı sistemi
olanlar ise gelenekçi
ve dindar olmaya eğilimli, kurallara
bağlı kalan
ve otoriteye saygı duyan insanlardır.
Dinsellik serotonin sistemine ait
bir terimdir.
Gelenekçi insanlar yine gelenekçi
insanları tercih ediyordu.
Yani, benzerlik cezbediyordu.
Diğer iki durumdaysa zıtlıklar cezbediyor.
Belirgin bir testesteron sistemi olanlar
analitik, mantıklı, doğrudan ve kararlı
olmaya eğilimliyken, kendilerine
zıt olanlarla ilgileniyorlardı.
Yüksek östrojen ve sözel
beceri sahibi olan, duygularını
dışa vuran ve içgüdüsel
yetenekleri olan
korumacı insanlardan hoşlanıyorlardı.
Eş seçiminde doğal kalıplarımız var.
Modern teknoloji, kime âşık olacağımızı
değiştirmeyecek.
Fakat, özellikle çok önemli
olduğunu düşündüğüm
yeni bir trend üretmeye başladı.
Seçim paradoksu konseptiyle
alakalı bir trend.
Milyonlarca yıl boyunca,
küçük avcı ve toplayıcı gruplar
içinde yaşadık.
1.000 kişinin olduğu çöpçatanlık
sitelerinden seçim yapma şansı yoktu.
Hatta, son zamanlarda çalıştığım
bir konu da
beyinde bir çeşit hoş nokta bulunduğu,
nasıl bir şey olduğunu
tam olarak bilmemekle birlikte
edindiğim bilgilere göre,
beş ile dokuz arası alternatifleri
ele alıp daha sonra da
akademisyenlerin "aşırı bilişsel yük"
olarak adlandırdığı
durumda kalıp hiçbirini seçmiyoruz.
Ben de bu aşırı bilişsel yüke
bağlı olarak "yavaş aşk"
olarak adlandırdığım
yeni bir flört yöntemi
geliştirdiğimizi düşünmeye başladım.
Bu sonuca Match.com ile yaptığım
çalışmayla vardım.
Son altı yılın her yılında,
"Amerika'daki Bekârlar" adında
bir çalışma yaptık.
Match kitlesine değil de,
Amerikan nüfusuna anket yaptık.
Nüfus sayımı esas alınarak,
Amerika'yı temsil eden
5 binden fazla insan kullandık.
Şu anda 30 binden fazla
insana dair bilgimiz var
ve her geçen yıl,
bazı tekrar eden kalıpları görüyorum.
Ve her yıl aynı soruyu sorduğumda,
insanların yüzde 50'sinden fazlası
hayatlarında en az
bir kere tek gecelik ilişki yaşamış ve
yüzde 50'si cinsel çıkar sağladığı
bir arkadaşlık ilişkisi yaşamış.
Ve yine yüzde 50'den fazlası
evlenmeden önce sevgilisiyle
uzun zaman aynı evde yaşamış.
Amerikanlar bunun laubali
olduğunu düşünüyor.
Uzun bir süre kalıpların çok güçlü
olduğundan şüphe ettim.
Bir Darwinci açıklaması falan olmalıydı.
Bu kadar çok insan çılgın değil.
Ve tökezledim, sonra bir istatistik
kafama dank ettirdi.
İlgi çekici akademik bir makalede,
bugün Amerika'da uzun ilişki
içinde olan bekârların
yüzde 67'sinin boşanmaktan korktuğu için
hâlâ evlenmediğini öğrenmiştim.
Boşanmanın sosyal, kanuni,
duygusal ve ekonomik
sonuçlarından korkuyorlardı.
Ben de bunu bir laubalilik
olarak değil de,
bir önlem olarak görmeye başladım.
Günümüz bekârları, evlenmeden önce
partnerlerine dair
her şeyi bilmek istiyorlardı.
Çarşafların arasında birinin sadece
nasıl seviştiğini değil, kibarlar mı,
iyi bir dinleyiciler mi
ve benim yaşımdaysanız,
iyi espri anlayışları
var mı gibi birçok şeyi öğrenirsiniz.
(Gülüşmeler)
Bence birçok seçeneğimizin olduğu
ve hamilelikle hastalık korkusunun
çok az olduğu,
evlenmeden önce seks yapmaktan
utanç duyulmayan bir yaşa gelindiğinde
insanlar zamanlarını sevmeye
harcıyorlardı.
Ve burada aslında olan,
asıl şahit olduğumuz, evlilik
öncesi birliktelik aşamasının
ciddi bir şekilde uzaması.
Eskiden evlilik bir ilişkinin
başlangıcı sayılırken,
artık sonu sayılıyor.
Fakat insan beyni --
(Gülüşmeler)
İnsan beyni her zaman övünür
ve gerçekten de, bugün Amerika'da
insanların yüzde 86'sı
49 yaşında evlenecek.
Dünyanın dört bir yanından, evliliğin
çok yaygın olmadığı kültürlerde bile
er ya da geç uzun ilişki partnerleriyle
yaşamaya başlıyorlardı.
Aklıma şöyle bir fikir geldi:
Bu evlilik öncesi aşamanın uzadığı
dönemde, kötü beraberlikleri fark edip
onlardan zamanında
kurtulmayı başarırsak belki de
daha fazla mutlu evlilikler göreceğiz.
Böylece ben de Amerika'daki 1.100
evli insanla çalışma yaptım,
Match.com'dakiler değil tabii ki
ve onlara bir sürü soru sordum.
Sorulardan biri:
"Şu anda evli olduğunuz insanla
tekrar evlenir miydiniz?" idi
ve yüzde 81'i "Evet" dedi.
Aslında modern romantizm ve
aile yaşantısındaki en büyük değişiklik
teknoloji değil.
Yavaş aşk da değil.
Farklı kültürlerden kadınların
iş dünyasına
katılmaya başlaması.
Milyonlarca yıl boyunca,
atalarımız küçük avcı ve toplayıcı
topluluklarda yaşadı.
Kadınlar işe meyve ve sebzelerini
toplamak için gidiyordu.
Eve akşam yemeğinin
yüzde 60-80'iyle geliyorlardı.
Düzen çift gelirli aileydi.
Ve kadınlar aynı erkekler gibi
ekonomik, sosyal
ve cinsel açılardan güçlüydü.
Fakat 10 bin yıl önce çevremiz değişti,
çiftliklere yerleşmeye başladık ve
hem kadınlar hem de erkekler
doğru sosyal çevreden,
doğru dinden,
doğru soydan olan
ve düzgün sosyo-politik
bağlantılara sahip doğru insanlarla
evlenme mecburiyetine girdiler.
Erkeklerin işleri önem kazanmaya başladı.
Taşları ittirmeli ve tarlayı sürmelilerdi.
Yerel marketlere ürettiklerini götürüp
evlerine de karşılığı
olan parayı getirdiler.
Bunun yanında,
bir sürü inancın yükselişini gördük:
Evlilikte bekâretin önemi,
planlanmış, katı bir şekilde
planlanmış evlilikler,
evin direği erkektir, kadının
yeri de yuvasıdır inancı
ve en önemlisi
ölüm ayırana dek kocana
saygı duy inancı.
Bunlar artık yok.
Yok oluyorlar ve çoğu yerde
çoktan yok oldular.
Şu anda bir evlilik devriminin içindeyiz.
10 bin yıllık çiftçilik
geleneğimizi yıkıyor
ve atalarımızın sahip olduğu ruha daha
yakın gördüğüm,
iki tarafın da aynı muameleyi gördüğü
eşitlikçi ilişkilere doğru gidiyoruz.
Ben Pollyanna değilim, arkasından
ağlamamız gereken bir mesele var.
Boşanma hakkında 80 kültürde çalışma
yaptım ve çoğu aldatmayla ilgili
bir yığın problem vardı.
Şair William Butler Yeats'in dediği gibi,
"Aşk sahtekâr şeydir."
Ben de "Kimse canlı çıkamaz."
diye eklemek isterim.
(Gülüşmeler)
Hepimizin problemleri var.
Fakat bence en iyi özeti şair
Randall Jarrell yapmış:
"Aile hayatının karanlık ve gergin dünyası
en iyilerin başarılı olamayacağı
ve en mütevazilerin
kazanabileceği bir şeydir."
Ama sizi şununla bırakmak istiyorum:
Aşk ve bağlılık üstün gelecek,
teknoloji bunu değiştiremeyecek.
Ve bitirişimi şunu diyerek yapacağım,
insan ilişkilerine dair oluşacak herhangi
bir fikir, insan davranışının en güçlü
belirleyici faktörlerinden
birini hesaba katmalıdır:
Bastırılamaz olan
ve uyum sağlayabilen
ilkel aşk dürtüsü.
Teşekkürler.
(Alkışlar)
Kelly Stoetzel: Çok teşekkür ederiz Helen.
Bildiğin üzere bekleyen
bir konuşmacımız daha var.
Seninle aynı alanda çalışıyor ve
konuya farklı bir açıdan yaklaşıyor.
Esther Perel çiftlerle çalışan bir
psikoterapist.
Sen verilerle çalışıyorsun,
Esther ise kendisine yardım için gelen
çiftlerin yaşam hikâyeleriyle.
Kendisini sahneye davet edelim,
Esther?
(Alkışlar)
Evet Esther,
Helen'in konuşmasını izlerken,
hiç kendi çalışmalarından
yankı yapan, senin de
yorum yapmak istediğin
bir bölüm oldu mu?
Çok ilginç bir durum, çünkü
aşka olan ihtiyaç evrensel ve
her an her yerde olan bir şey
iken âşık olma şeklimiz,
bundan çıkardığımız anlam,
ilişkilerimizi yöneten
kurallar bence temel olarak
sürekli değişiyor.
Sadakat ve kolektifliğin ihtiyaçları olan
görev ve zorunluluğun
ağırlıklı olarak düzenlendiği
bir modelden bugüne kadar geliyoruz.
Ve biz bunu
özgür seçimlerle kişisel hakların,
mutlulukla kişisel tatminlerin olduğu
bir modele çevirdik.
Ve aklıma gelen ilk şey,
ihtiyacın asla değişmediği,
ama ilişkilere uyguladığımız yolların
ve içeriğinin çok
fazla değişime uğradığı.
Seçim paradoksuna göre,
bildiğiniz gibi, yenilikten ve
şakacılıktan hoşlandığımız için
birçok seçeneğe sahip olabiliyoruz.
Ve aynı zamanda,
aşırı bilişsel yükten bahsettiğiniz zaman
belirsizlikten ve kendinden şüphe etmekten
ürken birçok insan görüyorum,
bir düşünce yığınıyla birlikte geliyor ve
"FOMO" adında bir durumu yaratıyor
ve bizi yönlendiriyor.
FOMO, bir fırsatı kaçırma korkusunun
kısaltmasıdır ve
"Doğru olanı seçtiğimi nasıl
anlayacağım?"
tarzı şüphelerdir.
Biz de "değişmez anlam karmaşası"
adında bir kavram yarattık.
Değişmez anlam karmaşası, yalnız
olmaktan çok korkarken,
aynı zamanda herhangi bir ilişki kurmaya
da pek istekli olmamak diye açıklanabilir.
İlişkinin belirsizliğinin yanında,
ayrılığın belirsizlik süresini de
uzatan birtakım yöntemlerdir.
İnternete göre üç ana
anlam karmaşası var.
Biri bir soğuk bir sıcak davranmaktır,
ki ilişkinin net olarak tanımlanmamış
doğasını vurgulayan
ve bir çeşit kalıp oluşturan
fakat aynı zamanda da size
rahatlık veren bir tutarlılıkla
tanımlanmamış sınırların
özgürlüğünü veren
güzel bir oyalama taktiğidir.
(Gülüşmeler)
Öyle.
Daha sonra gölgelenme geliyor.
Gölgelenme kısaca, zor durumda
birikmiş mesaj yığınlarının arasında
yok olmak ve
birbirinize yaşattığınız acılarla
uğraşmaya mecbur kalmamaktır,
çünkü onların varlığını kendiniz
bile kabul etmezsiniz.
(Gülüşmeler)
Evet.
Ve sizi dinlerken bir anda bu
kelimeler aklıma geldi,
sözlerin aynı zamanda gerçekliği de
yaratması gibi,
bu yüzden size sorum şu:
İçeriği değişse bile,
aşkın doğası hâlâ aynı kalır mı?
Sen beyin üzerine ben de insanların
ilişkileri ve hikâyeleri
üzerine çalışıyorum,
yani senin söylediğin her şey tamam
ama dahası var.
Fakat her zaman içeriğin değişme
derecesini bilemiyorum.
Her zaman bir noktadan sonra mı
değişmeye başlıyor?
Anlamın değişmesi ihtiyacı değiştiriyor mu
veya ihtiyaç tamamen içerikten
bağımsız mı?
Vay, pekâla --
(Gülüşmeler)
(Alkışlar)
Sanırım üç nokta veriyorum şu anda.
En önce, ilk sorduğuna cevap olarak:
Değiştiğimize dair bir şüphe yok,
artık âşık olacağımız bir insan istiyoruz
ve binlerce yıldır doğru çevre ve
iyi ailelerden olan
insanlarla evlenmek zorunda bırakıldık.
Oysa, her yıl 5 bin insana göre
yaptığım çalışmalarımda
onlara "Ne arıyorsunuz?" diye sorarım.
Ve her yıl, yüzde 97'sinden fazlası...
Liste büyüyor.
Aslında hayır.
Olay basit, yüzde 97'sinden fazlası
kendilerine saygı duyan,
güvenip her şeylerini paylaşabilecekleri,
kendilerini güldüren,
kendilerine yeterince zaman ayırabilen
ve fiziksel olarak çekici buldukları
birilerini istiyorlar.
Bu asla değişmiyor.
Tam olarak, yani, iki bölüm var --
Ben buna ne diyorum biliyor musun?
İnsanlar bunları söylemeye alışık değil.
Kesinlikle öyle.
Kendilerine eşlik edecek, ekonomik destek
ve çocuk verecek birilerini
istediklerini söylediler.
Üretim ekonomisinden servis
ekonomisine geçtik.
Geniş bir kültürde bunu yaptık,
evlilikte de bunu yapıyoruz.
Hiç şüphesiz.
Ama ilginç olan şey, Y kuşağı aslında
iyi ebeveynler olmak isterken
onlardan bir önceki jenerasyon sadece
iyi bir evlilik yapmak istiyor ve düzgün
ebeveynler olmaya
bu kadar odaklı değiller.
Ayrıntıyı görüyor musunuz?
Kişiliğin iki ana bölümü var:
Kültürünüz, içinde büyüdüğünüz ve
inanıp uyguladığınız
ve mizacınız.
Temel olarak, bahsettiğim şeylerin
hepsi mizacınızla ilgili.
Ve bu mizaç, bu huylarınız, kesinlikle
değişen inançlarla ve zamanla
birlikte değişecek.
Ve seçim paradoksuna göre,
bunun zor bir durum olduğuna
dair hiçbir şüphe yok.
Su birikintisinin diğer ucunda
bulduğumuz tatlı çocuğa
yanaşmaya çalışıtığımız
milyonlarca yıl geçti.
Evet ama --
Bir şey daha demek istiyorum.
Asıl sonuçsa, avlayıcı ve toplayıcı
toplumların
hayatları boyunca iki ya da üç partnere
sahip olma eğilimleri.
Rüşvet vermiyorlardı.
Bizim verdiğimizi söylemiyorum,
fakat önemli olan, her zaman
alternatiflerimizin olmuş olması.
İnsanlık her zaman --
aslında beyin karar vermek ve
denemek için dengeli ve güzel
tasarlanmış bir şey:
Geleyim mi, kalayım mı?
Gideyim mi kalayım mı?
Kazançlarım neler?
Nasıl başa çıkabilirim?
Başka bir her şeyini ortaya koyarak
savaşma durumu görüyoruz.
İkinize de çok teşekkür ederim.
Sanırım bu gece bir milyon
yemek partneri bulacaksınız!
Çok teşekkürler.