WEBVTT 99:59:59.999 --> 99:59:59.999 Hepinize Merhaba! Hayli içli, böyle dokunaklı ve biraz ürkek içine kapanık bir kız çocuğuydum aslında. Annem, önümüzden geçen ambulansın ardından üç gün ağladığımı söyler durur. Acaba içindeki hastaneye yetişti mi, kurtuldu mu diye. İlkokulda notlarımın 1,25 – 1,50’nin üzerine geçtiğini pek hatırlamam ama hani her yedi yılda bir insanın saçının, cildinin bile kabuk değiştirdiği söylenir ya sanıyorum ben de tam 15 yaşımda yatılı okul için dört yıllığına İsviçre’ye gittiğimde kişiliğim, karakterim tam da bu zamanda kabuk değiştirdi. Sonrasında üniversiteye gittim ama annemin eteğinden ayrıldığım gerçeği hiçbir zaman değişmedi bu arada. Üniversiteye gittim, dört yıllık üniversiteyi üç senede alelacele takdir teşekkürle bitirdim. Sanki ilerisini görmüş gibi televizyon bölümünün yanı sıra bir de psikoloji okudum, mezun oldum, döndüm. Bu hiçbir zaman okul sıralarını çok sevdiğim anlamına gelmesin çünkü sonrasındaki iş hayatım benim her zaman gerçeğim ve aslında hayat tarzım oldu. Yine küçükken annem beni bir gün Taksim Meydanı’na götürmüş, el ele yolda yürüyoruz birlikte yoldan geçen bir deli üzerime tükürmüş. Annem tabi pimpirikli koşa koşa eve dönmüşüz beş gün boyunca beni çiteleye çiteleye yıkamış, bu tabi ki benim 1999 yılına -NTV’de muhabir olarak işe başladığım yıla dek- Taksim Meydanı’nı son kez görüşüm oldu. Sonra 1999 yılında NTV’de staj dönemi başladı ilk önce. Kapıdan içeriye girdim, hangi bölüme girmeliyim ne yapmalıyım diye… Baktım işte kültür sanat bölümü. Sanatlar, sanat dersleri, sergiler var çokça konserler… Hiç bana göre değil. Ekonomi bölümüne gittim, rakamlarla aram hiçbir zaman çok iyi olmadı. TEFE, TÜFE, kahvaltılı basın toplantıları… Orası da beni çok sarmadı. Spor bölümüne geçtim. İşte maçlar, skorlar… Yok burası da değil dedim. En son haber merkezine girdim, istihbarat bölümünde tam da kendimi buldum. İçimdeki o; heyecan dolu, meraklı, araştırmacı, o soruşturmacı… Adrenalin tutkusunu sanıyorum en çok da bu NTV’de altı yıl boyunca sahada geçirdiğim yıllar besledi. Yine o dönem Bayrampaşa Cezaevi’nde, F tipi cezaevlerini protestolar var. Bayrampaşa Cezaevi’nde de protestolar var. Gece yarısı bir telefon çaldı, sanırsınız gizli göreve gidiyorum… Parmak ucunda evden çıktığımı hatırlıyorum. Çatışmalar, patlamalar… En son iki gün sonra tekrar eve döndüm. Kısacası kitaplarda okuduğumuz, filmlerde seyrettiğimiz o hayatlara değmek dokunmak istedim. Bu yüzden de mutfağın tam da ortasında olmanız lazım. Muhabirlik de bu işin mutfağıdır. O yüzden o yemeğin mutlaka biraz tuzunu ekmeniz ve hatta iki tas da kavurmanız lazım. Çünkü yaşamadan anlatılmıyor, anlatılsa da gerçekçi olmuyor. O yüzden bugün genel yayın yönetmeni olsam da muhabir olarak kalmam, hep bu yüzden. Çatışmalar, sorgular hepsi bir yana dursun. Sanıyorum duygusallık boyutumu en çok da kol mesafesinde gördüğüm iki yüzün üzerinde cesette test ettim. O dönem nişanlanıyorum. Üzeyir Garih, bizim aile dostumuz nişana katıldı. Bir hafta sonra ben de haber merkezinde oturuyorum, polis telsizinden bir anons… O dönem polis telsizi dinlerdik, kodları hala ezbere bilirim. [POLİS TELSİZİ] “Üzeyir Garih, Piyer Loti Mezarlığı’nda öldürüldü.” Olabilir mi acaba dedim, gerçek olabilir mi? Koşa koşa gittim olay yerine. Baktım, gerçekten o. Kanlar içinde yatıyor. Çok üzüldüm, saatlerce ağladığımı hatırlıyorum. Bütün bu olayı takip ettim. Katil yakalandı, duruşmalar başladı Fatih Adliyesi’nde. Tek tek bütün o duruşmaların hepsine katıldım ve adam dedi ki: “Ben aslında sadece yaralamıştım. Aşağıdan yardım, yardım diye bağırdığında tekrar yukarıya çıktım ve öldürdüm”. Acaba dedim mümkün olabilir mi, şüphecilik işte. Gittim Piyer Loti Mezarlığı’na bir kum saati koydum aşağıya, bütün o merdivenleri indim çıktım. Acaba bu kadar kısa sürede öldürmüş olabilir mi diye. Velhasıl bunun gibi çok olay yaşadım. Kendi alanlarında lider olma potansiyeline sahip kişilerin seçildiği, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın bir programı vardı bir buçuk ay süren. Ben de buna davetliydim. Pentagon, Beyaz Saray gezilerinin de içerildiği bir program. O dönem Margaret Thatcher, Süleyman Demirel… Hepsi gençliklerinde katılmış. O dönem programa davet edilen tek Türktüm. Nereden bilebilirdim ki yıllar sonra meslek hayatımda sırf bu programa katıldım diye ajanlıkla suçlanacağımı… On dokuz yılı aşkın meslek hayatımda çok şey oldum aslında Ergenekoncu oldum, yandaş oldum. Kendi ülkemin şu bayrağını takıyorum diye -hani bilirsiniz Amerikalılar, Amerikan bayrağından tişört/şort yapıp giyerler- ben kendi ülkemin ay yıldızlı bayrağını taktım diye bu ülkede ırkçı, faşist bile oldum. Galiba kadın olunca hedef olmak da bir o kadar kolay oluyor ve doğrudur Türkiye’de kadın olmak kolay değil. Çünkü erkek egemen bir medyada mücadele ediyoruz, çalışıyoruz hepimiz. Mesela 1 Mayıs hiç unutmam, İşçi Bayramı. Biz de o zaman hep beraber bütün meslektaşlarla beraber çekime gittik. O meşhur Perpa Köprüsü’nün üzerinde bir hatıra fotoğrafı çekiyoruz; resme baktım 22 yaşındaki bir ben ve bir kadın meslektaşım daha sadece iki kişiyiz. Yine geçen hafta, sanıyorum önceki haftaydı. Çankaya Köşkü’ne başbakan televizyonların ve gazetelerin genel yayın yönetmenlerini çağırdı. Hep birlikte gittik, üşenmedim saydım. Masada 43 kişi, sadece ikisi kadın biri de ben. Ne demek istediğimi aslında çok güzel ortaya koyan bir tablo bu. Çünkü sanıyorum bu erkek egemen medyada o kadar çalıştık çabaladık ki kadınlara pozitif ayrımcılığı hep kendi haber merkezimde bilinç altında uyguladım. O yüzden bugün İstanbul Haber Müdürü’nden, Ankara Haber Müdürü’ne; Yurt Haber Editörü’nden, Dış Haber Editörü’ne tamamını kadınlara teslim ettim. Erkekler yerer gibi olmasın ama kadınların gözüne ve kalbine çok güveniyorum. Yaptığımız iş de zaten kalp işi, aşkla yapıyoruz biz yaptığımız işi tutkuyla yapıyoruz. Aksi halde zaten yaptığınız işten de hayır gelmiyor. Mekanik değiliz tabi ki, elbette o büyülü ekranın camın etrafında en fazla da biz hırpalanıyoruz ve insan çok travmatik olaylara tanık olunca sanıyorum kırılma noktaları da bir o kadar fazla oluyor. Benimkilerden biri Mehmet. Mehmet 7 yaşında, annesiyle babası boşanmak üzereler, velayet davası görülüyor. Annesi Kuran kursu hocası, babası İmam ve babası bu kararın ardından farklı bir şehirde yaşamaya karar veriyor. Biz de bu duruşmayı takip ediyoruz ve doğal olarak Mehmet’in de yaşı küçük olduğundan velayetini annesine veriyor mahkeme. Sonrasında annesiyle kalmaya başlıyor. Çocuk tabi, altına kaçırıyor. Annesi döve döve komalık ediyor Mehmet’i. Buz gibi bir betonun üzerine koyuyor, sabaha kadar orada bekletiyor. Korkusundan hastaneye bile kaldırmıyor. Sonra anneanne geliyor sabaha karşı, ne yaptın sen buna diyor. İşte böyle böyle diyor. Alıyorlar hastaneye gidiyorlar. Bir hafta boyunca ölümle yaşam arasında mücadele ediyor, hayatta kalmaya çalışıyor ama maalesef yedi yaşında veda ediyor bu hayata Mehmet... Sonrasında Mehmet’in babası, çokça etkileyen bir olaydır beni. Çünkü aklımda hep şu görüntü kaldı: O velayet davasında annesinin kucağında Mehmet, ağlıyor “Baba beni anneme bırakma, beni çok dövüyor.” diye. Annesi de cimcikliyor Mehmet’i, daha fazla bağırmasın diye. O haykırışları bir ay boyunca gitmedi benim rüyalarımdan. Sonrasında haber bitti, duruşma süreci oldu. Ben de haber sonrasında bir yorum yaptım. İsyanım, öz annesi tarafından öldürülüp üstelik pişmanlık nedeniyle cezasının indirilmesineydi. XXX Haberler bitti, telefon çaldı santralden arıyorlar. Mehmet’in babası arıyor dediler, o anda kafam karıştı “Kim? Mehmet? Tabi bağlayın” dedim. “Merhabalar ben Mehmet’in babasıyım. Ben küçücük yaşında çok almaya çalıştım oğlumu. Oğluma kavuşmaya çalıştım ama mahkeme izin vermedi” dedi. “Ben bu hayatta tutamadım Mehmet’i ama siz sözlerinizle bir nebze olsun benim içimi ferahlattınız. İyi ki varsınız!” dedi. O günden beri her bayramda, her kandilde arar beni Mehmet’in babası. Mehmet’in babasını hiç tanımıyorum ama işte bir yerde bir hayata -Mehmet’in babasına- ve belki de bu dünyadan göçüp giden o küçücük Mehmet’in hayatına değip dokundum. Tıpkı o Mehmet gibi diğer Mehmetler de çok önemli oldu benim hayatımda. Benim ailemde asker ya da polis yok ama benim bu ülkenin askerine ve polisine olan sevgim malumunuz. Evet vatanseverim, Atatürkçüyüm ve en büyük şansımın da bu topraklarda doğup büyümek olduğunu düşünüyorum. Ama buna karşılık bu ülkenin askerinin ve polisinin her zaman çok yalnız olduğunu hissettim. Yeteri kadar önemsenmediğini hissettim ve onların sesi olmaya karar verdim. Belki onlar için önemlidir dedim ve özel bir günde onların yanında olayım, Yılbaşı gecesini onlarla birlikte geçireyim dedim. Nereye gideyim diye düşündüm, baktım en uzak yer neresi: Sınırda Dağlıca var. Hani bir çoğunuz belki bilmez bile 2015 yılında 16 şehit verdiğimiz yer. Belki haritada bile yerini zor bulursunuz ya da çok çok haberlerde duymuş olabilirsiniz. İki helikopter ve bir uçak… Atladım gittim yanlarına. Yılbaşı gecesi gidemedim, güvenlik gerekçeleri ve hava koşulları nedeniyle. İki hafta sonrasına gün verdiler ve tam 24 saat çekim iznim var, gittim. Tank atışları, top atışları hepsini çektik. 2753 m rakımlı Beybuta tepesine çıktık. [HELİKOPTER SESİ] Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yer. Hani burada görev yapabilmek için gerçekten hayatta bir amacınız olması lazım. Bir vatan sevdası olması lazım, bir bayrak sevgisi olması lazım. Kocaman bir yüreğinizin olması lazım. Çünkü bunun karşılığını parayla ödeyemezsiniz. Burada insanlar canını ortaya koyuyorlar. Gittim, işte mağara gibi bir yerde yatıp kalkıyorlar. Zaten hava koşulları o kadar kötü ki, -20 derece buz gibi soğuk ve insan konuşmakta bile zorlanıyor. 2 metre kar… Arada bir helikopter geliyor, tepeden kumanyayı atıyor askerler yiyebildiği kadar yiyor. Böyle bir yerde yatıp kalkıyorlar. Sizin için, bizim için, hepimiz için… Vatan için! Sonrasında çekimler bitti, Dağlıca’ya çıktık. 1500 askerle birlikte bir gece geçiriyorum. Çekimler bitti, oturduk sohbet ettik derken yatacağız. Hoş, uyumak ne mümkün. Odaya geldim. Tık tık kapı çaldı, 20 yaşlarında gencecik bir Astsubay: “Nazlı Abla, bizimle beraber biraz oturur musun? Biz seni çok bekledik buraya geleceksin diye.” Oturmaz mıyım, tabii ki dedim. Gittim yanlarına, onlar anlattı. Kimin terhisine şu kadar az kalmış, kimi gün sayıyor. Onlar anlatırken benim de gözüm televizyona takıldı. Çünkü bir müzik kanalı açık, müzik kanalında altta hani aşıkların birbirine notları, mesajları geçer ya… İşte her birinin bekleyeni var, sevdalıları var. O da yine sizin gibi, benim gibi. Çekimler bitti ve oradan ayrıldım. Bu arada buraya giderken… Annem biraz pimpirikli, asla anneme nereye gittiğimi söylemiyorum. “Ankara’ya gidiyorum. Olağanüstü kurultay var, kurultayda çekimler yapacağım” dedim. Günlerden pazar, artık 24 saati devirdik. Van Filo’ya indik, son şeyler birkaç saat sonra uçak kalkacak. Oturduk, bekliyoruz. Bu esnada annem görüntülü telefondan beni arıyor: 99:59:59.999 --> 99:59:59.999 “Efendim” dedim. “Aa küpelerimi yeni aldım, güzel mi?” dedi. Kaş göz yapıyorum şimdi, anlamadı ama sesli görüntülü olunca herkes bizi dinliyor. “Ben sana bir yalan söyledim. Ankara’da değilim.” dedim “Nerdesin?” dedi. “Dağlıca’dayım.” dedim. “Orası neresi?” dedi. İşte dedim böyle böyle Van, Hakkâri, Yüksekova… İndim, bitti, geliyorum. “Öldüreceğim seni buraya gelince, yeter artık seninle mi uğraşacağım” falan… Arkadan, “Ama inanmıyorum kesin orada değilsindir.” “Anne valla buradayım” dedim. “Yok, yok. Hiç inanmıyorum” Dedim şöyle bir göstereyim. Yedi tane komutan oturmuş, annem bir anda ayağa kalktı önünü ilikledi. [Gülüşmeler] “Saygılar efendim, hepinize saygılar, kızım size emanet.” Diyor ki “Gel, görüşeceğiz.” 99:59:59.999 --> 99:59:59.999 Sonrasında yine Yüksekova’ya gittim, orada da yine bombalar patlıyor. Sokağa çıkma yasağı var. Çatışmalar… Bari dedim söyleyeyim de “Hayattayım” merak etmesin. Birazdan çünkü haberler başlayacak, görüntülerde anlayacak benim orada olduğumu. Önden aradım, “Hiç lafımı dinlemiyorsun. Bıktım, yetti artık” vs. böyle bağırıyor bana. Baktım çok bağırıyor, ben de telefonunu kapattım. Bir hafta boyunca küstü konuşmadı benimle. “Küstüm seninle” dedi, başka çare olmayınca. Biz kanıksamayalım derken şehit haberlerini, alışmayalım derken en büyük tehlike aslında onlarda. Nusaybin’e gitmiştik ve Nusaybin’de sokağa çıkma yasağı var, çatışmalar sürüyor. İşte biz çekimleri yapacağız, onlar operasyona çıkacaklar. Hep beraber bir masada oturduk, yine konuşuyoruz: Nasıl yapmalıyız, bölgede ne kadar gün kaldı, ne kadarı temizlendi terör örgütünden bunları anlatıyorlar. Çayımızı içtik. Biz çekime gittik, onlar operasyona gitti. Aradan birkaç saat geçti, tekrar geldik oturduk. Ali’ye baktım, Ali yok yanımda. “Ali nerede?” dedim. “Ali şehit düştü.” dediler. EYP (El yapımı patlayıcı) yüklü binada, iki saat önce. “Nasıl?” dedim. Ali şehit düştü… Hani 60 saniyeyle giriyor belki hayatlarımıza, şehit haberleriyle giriyor. Ağlayan bir anne, eş, yetim kalan cami avlusunda oynayan çoluk çocuklar… Sonrasında bitti diyoruz bizim için, ama onlar için hayat hep yarım kalıyor. Çünkü ateş düştüğü yeri yakıyor. Onların hayatları artık hep yarım kalıyor. Yine bir gün Dağlıca’dan dönüyoruz. Askeri helikoptere bindik, arada bir çok nadiren kalkıyor zaten helikopterler. Bir grup var asker onlar da izne çıkacaklar artık, çarşı iznine, yüklenmişler balık istifi gibi hep birlikte dolmuşuz helikopterin içerisine. Giderken yanımda o kobra helikopterlerinin pilotlarından ikisi oturuyor. Dedi ki resmimizi çeker misiniz ama siz bir selfie (özçekim) yapın bizimle… Aradan 22 gün geçti, Burak… Şehit haberi geldi. Acıları hep biriktirdik ve hep bir bedel ödüyor insan. Ben de başta IŞİD, PKK olmak üzere onlarca davadan yargılandım. Hala yargılanıyorum. Ölüm tehditleri, mecliste soruşturmalar, hakaretler… Mesela emniyet bir canlı bomba listesi dağıtmıştı, birkaç kişinin canlı bomba olması nedeniyle… Bunu haberleştirir misiniz dediler, biz de haberleştirdik. İki gün sonra aşağıdan aradılar beni, güvenlikten. “Tebligat geldi” dedi. Dedim herhalde yine dava açıldı. Gittim baktım, o haberini yaptığımız kızlardan biri “Sen nasıl bana canlı bomba dersin ben üniversite öğrencisiyim, yok öyle bir şey” dedi. Ben tabi adliyeye gittim. İfadeler veriyorum, gittim geldim. Aradan bir vakit, iki sene geçti. İstanbul’da Vatan Emniyet Müdürlüğü önünde bir çatışma… Bir polis şehit, iki tane de kız yatıyor yerde. Üstlerinde bombalar bağlı, ellerinde kalaşnikof. Ölmüşler, teröristler. O kızlardan biriydi işte bana iki yıl öncesinde dava açan. Otomatik olarak beraat ettim. Getirisi mi daha fazla oldu, götürüsü mü? Hiçbir zaman bilemedim ama fark yaratmak istedim ve bu kurulu düzende uyuyanları biraz da olsun uyandırmak istedim aslında. Ve ne yaptıysam aşkla, tutkuyla yaptım. Davalar, soruşturmalar… Haliyle her anne gibi benim annem de “Yeter artık yoruldun bırak şu işi. Dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diyor. Yok, dünyayı kurtarmaya benim gücüm yetmez ama oturduğum koltukta belki biraz olsun bir şeyleri değiştirmeye gücüm yeter diye düşündüm. Ve ben herkes kendi kapısının önünü süpürürse farklı bir Türkiye olacağına inandım her zaman. Kızıma bırakacak koca koca binalarım, arazilerim yok belki ama bir şeyleri değiştirmek adına çabalamış bir annesi olacak. Yol bir yerde bitiyor, bitecek elbette hepimiz için. Önemli olan kaç kişinin hayatına dokunduğumuz ve kaç kişi için fark yaratabilmiş olacağımız olduğunu düşünüyorum. Hepinize teşekkürler!