Vasiyetsiz miras. Bu topraklardan bizlere kalan, gelecek kuşaklara da ne kan bağı, ne vasiyetname, ne de başka bir unsurla kalacak miras. Tamamen bize geçmişimizden gelen bir miras, vasiyetsiz miras diye tanımlıyoruz. Bugün sizlerle birlikte, bilim ve teknolojideki vasiyetsiz mirasımızı konuşacağız ve öncesinde, bilim kelimesinin bize nereden miras kaldığına belki de bakmamız lazım. Bu gördüğünüz resim, Orhun Kitabeleri'ne ait. 8. yüzyıl. Şöyle bir sırtımızı yaslayalım, hayal edelim. 8. yüzyıl. Kaç yüzyıl önce ve bizlerle. 8. yüzyılda, bu kitabelerde, bilim kelimesinin kökü olan bilmek sözcüğü geçiyordu. İşte bize vasiyetsiz miras kalan geçmişimizden, bu topraklardan kalan ve başarılarıyla bizlere örnek olmuş, dört kişiden bugün sizlere bahsedeceğim. Ve bu dört kişiyi bizler, gelecek miraslara, gelecek kuşaklara nasıl taşıyacağız? Belki de ona hep birlikte karar vereceğiz. Kimdir bu değerli dört kişi? Takiyüddin, Nuri Demirağ, Dilhan Eryurt ve Emin Bozoğlu. Baktığımız zaman, bugün elimizde telefonlarla, tabletlerle, bilgisayarlarla bir şekilde geçmişe yolculuk yapabiliyoruz. Artık yeni kıtaları, yeni gök bilimini keşfetmemize gerek kalmadı. Artık oralarda yaşayıp yaşayamayacağımıza karar vermeye çalışıyoruz. Yine 1500'lü yıllarda, 1570 yılında, o dönemin hükümdarına, o dönemin padişahına, 3. Murat'a, hocası Saadettin Efendi'nin de bir şekilde ikna etmesiyle İstanbul'da bir rasathane kurulması fikri ortaya atılıyor. Ve o dönemin, o coğrafyanın en önemli rasathaneleri üç tane şehirde var. Biri Bağdat, biri Şam ve diğeri de İstanbul. Ve o dönemde diyorlar ki bu rasathaneyi İstanbul'da kim yapabilir? Tabii ki padişahın müneccimbaşı Takiyüddin akla geliyor. Çünkü Takiyüddin'in görevi, gelecek ile ilgili tahminlerde bulunmak, öngörülerde bulunmak. Padişahtan 10 bin altın alıyor Takiyüddin ve 10 bin altınla İstanbul'da, güzel şehirde, rasathane kurma çalışmalarına başlıyor. Aynı zamanlarda, Galata Kulesi'nin tepesine çıkıp Galata Kulesi'nden yıldızları izleyen bir kişi Takiyüddin. Ve 1577 yılında, bu hayaline ulaşıyor. Ve Takiyüddin, bu hayaliyle birlikte, İstanbul'da rasathanesini bizlerle buluşturuyor. Gök bilimine olan ilgisi, gök bilimine olan hayranlığı, vizyonu, tutkusu, bize, Takiyüddin'den kalan aslında bir miras. Diğer bir resme bakıyoruz. Burası, Sivas-Samsun demir yolu inşaatının fotoğrafı. Çocukluğum da Sivas'ta geçtiği için Sivas ile ilgili hikâyeler, beni her zaman heyecanlandırmıştır. Bu demir yolu inşaatını yapan bir aile var: Nuri Bey. Kardeşi ile birlikte bu demir yolunun ihalesine girip, ihaleyi alıp demir yollları macerasına giren bir değerimiz yine Nuri Bey. Nuri Bey, Sivas'ta Samsun-Sivas demir yolunu yapmaya başlamasıyla birlikte Türkiye'nin diğer şehirlerinde de demir yolu macerasına başlıyor. Ve yaptığı o başarılı çalışmalarıyla, hepimizin bildiği gibi Nuri Bey, Demirağ soyadını alıyor. Nuri Demirağ'ın Türkiye'ye kazandırdığı demir yolu hattı, 1250 kilometre. Bugün bu rakam, Türkiye'nin en yüksek üç dağından daha büyük bir rakam. Ve yine bugün Türkiye'ye baktığımız zaman, ülkemizde 12 bin kilometrelik bir demir yolu ağı var. Bunun 1250 kilometresini, tek başına Nuri Bey ve kardeşinin kurduğu ekip ve çalışma arkadaşları yapmış. Ama Nuri Bey'in, baktığımız zaman başka bir özelliği daha var. Çünkü Nuri Bey, Takiyüddin'den devam eden bu gök bilimi aşkını bizlere, cumhuriyet döneminde de taşıyan insanlardan birisi. O dönemde, ülkeler uçak yapmaya başlıyor. Türkiye'de de diyorlar ki o dönemin mali, ekonomik durumları, dünyadaki konjonktürler, Uçak almamız lazım! Her şehirde toplanan paralarla uçaklar alınmaya başlanıyor. Her alınan şehrin uçağının kanadına da kuyruk tarafına da o ilin ismi veriliyor. Ve hem şehirden toplanan bağışlar, halkın topladığı bağışlar, hem de iş adamlarının topladığı bağışlara göre, uçaklar alınmaya başlarken, Nuri Demirağ'a da gidiliyor. Nuri Demirağ diyor ki: Ben kendim uçak yapmak istiyorum. Niye bağış yapıp da bir uçak satın alayım. Ve işte o hayalini gerçekleştirmeye çalışıyor. Takiyüddin'den bize kalan miras, azimdi. Nuri Demirağ'dan ise bize kalan miras, mücadeledir. Çünkü Nuri Demirağ, bu hayalini mücadelesi ile süsleyerek bugün, o güne baktığımız zaman, bugün de yapmaya çalıştığımız hayalleri otuzlu yıllarda, kırklı yıllarda hayata geçiriyor. Türk Hava Kurumu'nun 65 planör ve 25 eğitim uçağı siparişini teslim ediyor Nuri Demirağ ve ekibi. Ve Nu.D-38 uçağı, 6 adet üretilen ve 6 kişilik bir yolcu kapasitesine sahip 250 kilometre hıza çıkıp, 5500 metreye yükselebilen bir yolcu uçağını da Nuri Demirağ, dünyaya kazandırıyor. Tabii sadece uçak yapmıyor. O kadar önemli işler var ki arkada, baktığımız zaman. Çünkü bir gök okulu kuruyor. Bugün Beşiktaş'ta bulunan deniz müzesi, gidenlerimiz mutlaka bilir çok güzel bir yerde. O dönemde, ilk başta Sivas'ta kurmak istiyor. Fakat daha sonra, fabrikasını bu deniz müzesinin orada kuruyor. Daha sonra Atatürk Havalimanı'nın bulunduğu Yeşilköy'de bir gök okulu kuruyor. Ve geçtiğimiz 2011 yılında kaybettik, Mehmet Bey. O dönemin ilk mezunlarından bir pilot. Ve en yaşlı pilot olarak hayata gözlerini, o zaman da Türkiye'nin ilk pilotlarından biri olarak yummuştu Mehmet Bey. Ve o da yine Nuri Demirağ'ın bu gök okulundan mezun oldu. Biz, vasiyetsiz mirasımız olarak, Nuri Demirağ'dan aldığımız miras, mücadeleydi. Ve o mücadele ile bu başarının nasıl yapılabileceğini, o dönemlerde bize Nuri Demirağ, arkadaşları, ekibi gösterdi. Bizler için gerçekten bu çok kıymetliydi. Bu gördüğümüz resim, Emin Bey. Emin Bey, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir yolları Genel Müdür Yardımcısı. Tarih, 16 Haziran 1961. CAR atölyesindeki mühendislerle beraber, kendi ekibiyle 20 kişilik bir toplantı yapıyor. Toplantıya davet ettiği arkadaşlarına, mühendislerine, dostlarına söylediği cümle şu: "Elimde bir mektup var. Bu mektup, bizden, Türkiye'nin ilk otomobilini yapma arzusu olan bir mektup. Ve bizim, Cumhuriyet Bayramı'na, 29 Ekim'e bu otomobili yetiştirmemiz lazım." diyor. 6 ay kadar bir süre var. Hikâyeyi zaten bilenleriniz bilir. O dönemde, Eskişehir'de, Eskişehir'deki tren atölyelerinde, fabrikalarında bu araba yapılmaya başlandı. İnanılmaz bir hikâye. Yani, bugün bizlere film gibi gelecek bir hikâye. Filmi de çekildi. Ama biraz hayal edelim, nasıl bir mücadele, nasıl bir inanç, nasıl bir tutku, nasıl bir azim ve işte yine bizim vasiyetsiz mirasımız. Ve baktığımız zaman 6 aylık bir sürede, 6 aylık bir çalışmada, tamamen kendi imkanlarıyla, küçük bütçelerle yapılan üretimle, bizim tarihimizde, bu gördüğümüz, devrim arabaları geliyor. Fakat o kadar enteresandır ki aslında, son gün arabalardan biri bitiyor. Diğerinin de pasta cilası, Eskişehir'den Ankara'ya, törenlere yetiştirilmek üzereyken, trende atılıyor. Ve o zaman tabii trenlerin teknolojisi şimdiki gibi değil. O zamanki trenlerde götürürken, aman kıvılcımlardan arabaya bir şey gelir, yangın çıkar, araba hasar görür diye, arabaya benzin konulmuyor. Araba Ankara'ya vardığında polis eskortları, tabii ki benzin konulup konulmadığı iletişimini kurmadıklarından dolayı, arabaya, ilk o dönemin cumhurbaşkanı bindiğinde 100 metre sonra iki numaralı araba maalesef yolda kalıyor. Fakat ertesi gün basında, medyada, kamuoyunda haberler: "Devrim Arabaları Yolda Kaldı". Halbuki hikâye bu değil. O dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel iniyor, diğer arabaya biniyor ve diğer arabayla önce meclise, sonra Anıtkabir'e ve tören alanına gidiyor. Aslında araba çalışıyor. Diğer arabayı kullanıyorlar. İşte bize Emin Bey'den, Emin Bey'in ekibinden kalan harika bir hikâye var. Çünkü o dönemde, 60'lı yıllarda bu araba yapıldı. Vazgeçilmeseydi, belki devam edilseydi, çok farklı bir dünyada, Devrim Arabaları'nın hikâyesini sadece bizler değil, tüm dünya bilmiş olacaktı. Bize, o dönemden kalan vasiyetsiz miras, Emin Beyler'den, Emin Bozoğlu ve ekibinden kalan vasiyetsiz miras, tutkudur, inanmaktır. Çünkü bu coğrafyada, bu topraklarda, bu iki kelime, tutku ve inanmak, bizler için çok kıymetli kelimeler ki biz bu mirası önümüzdeki dönemlere, önümüzdeki kuşaklara taşıyabilelim. 20 Temmuz 1969. Baktığımız zaman, Ay'a insanoğlu ayak bastı. Önemli bir tarih. Şimdi biz, bu dönemlerde, en azından benim kuşağım, internetten, televizyonlardan izledik. Ama o dönemde yaşayanlar için muazzam bir olay. İnsanoğlu Ay'ı keşfediyor ve Ay'a ayak basıyor. Fakat biliyor muyuz, yine o ayak basan ekibe destek olan, o ayak basan ekipte yer alan bir Türk kadın bilim insanı var. İşte bu da bizim bir vasiyetsiz mirasımız. Sevgili Dilhan Eryurt var. Dilhan Eryurt, çocukluğundan beri astronomiye, matematiğe ilgi duyuyor. İstanbul'da astronomi ve matematik eğitimini alıyor. Daha sonra yaptığı çalışmalarla, yurt dışında farklı eğitimler, farklı projelerde yer alıyor. Kanada'da Atom Enerjisi Kurumu'na gidiyor. Daha sonra orada tanıştığı Profesör Cameron ile, farklı projelerde yer alıyor. Ama en önemlisi, Güneş'in ilk zamanları ile ilgili bir tespit yapıyorlar. Bilinen bilimsel gerçekte Güneş'in önce soğumaya başladığı ve bugüne o şekilde geldiği söyleniyordu. Ama Dilhan Hanım ve Profesör Cameron, bunun tam tersi olduğu bir bilimsel gerçekle karşıya çıkıyorlar. Ve Ay'a gidiş, o dönemde bu gerçekten dolayı, bu bilgiden dolayı, zamanlaması biraz daha öteleniyor. Belki bu bilgi olmasaydı çünkü bilgi en büyük güç. Ay'a insanoğlu ayak basamayacaktı ya da daha geç basacaktı. Çünkü Güneş'in ısınması, Ay'a giden uzay aracı için çok kritik bir bilgi. Ve Dilhan Hanım'a, o dönemde, yaptığı bu çalışmadan dolayı, NASA tarafından, Apollo ödülü veriliyor. Ve bunu, o dönemlerde başaran bir Türk kadını, bir Türk bilim insanı. İşte, Dilhan Hanım'dan, Dilhan Eryurt'tan bizim alacağımız miras, tabii ki astronomiye olan ilgi, tabii ki uzaya olan ilgi, tabii ki o dönemde yapılmış bir başarı ama en büyük vasiyetsiz mirası, bize Dilhan Hanım'ın, inanmaktı. Ve Türk kadınının, Türk insanının, isterse tarihe nasıl geçeceğini kanıtlamasıydı. Bu bizim için çok kıymetliydi, çok değerliydi. Ve bu dört kişiden bizim aldığımız bu mirası, mutlaka bir sonraki kuşaklara, bir sonraki dönemlere, tutkuyla, azimle, mücadeleyle, başarıyla, taşımamız gerekiyor. Çünkü bizim geçmişimizde, tarihimizde işte bu miras var, bu başarılar var. Bu başarıları bilmemiz gerekiyor. Bu başarıları sonraki kuşaklara aktarmamız gerekiyor. Atlar, tarihimize baktığımızda bizler için çok kıymetli atlar. Çünkü Orta Asya'dan beri, at sırtında olan bir toplumuz, milletiz. Bilim ve teknoloji, işte bu at sırtında gelen insanlarla bizim bu coğrafyamıza geldi. Bugün bu arkada çalan eser de Sultan Abdülaziz'in Gondol eseri. Avusturya ziyaretinde, Avusturya Kraliçesi'ne sunduğu kendi bestesi. Baktığımız zaman, atlar özgürlüklerine çok düşkündür. Özellikle kamyonlarda giderken, bilenler bilir, atların arabalarında bir açıklık vardır. Normalde, atların arkası oraya dönük olarak, güvenlik olarak gitmesi gerekirken, atlar yüzlerini dönerler. Çünkü ufka bakmayı, özgürlüğü seven hayvanlardır. Atlar, sosyal hayvanlardır. Kesinlikle yalnız kalmak istemezler. Ondan dolayı, insanlarla çok güçlü bağlar kurarlar. Ve bizim tarihimizde, önemli bir hayvandır atlar. Ve işte atlardan bize kalan, atlarla birlikte düşünebileceğimiz birliktelik. Biz, bizim için çok önemli kavramlar. Eğer biz, birlik olmaya, birlikte bir şeyler yapabileceğimize, önümüzdeki kuşakları inandırabilirsek, önümüzdeki kuşaklara, gençlere bu hayalleri kurdurabilirsek, işte o zaman, vasiyetsiz mirasımıza nasıl sahip çıktığımızı hep birlikte görmüş olacağız. Çok teşekkür ediyorum. Sağ olun. (Alkış)