"1/1 Weapons Company" (bölük)'nin
81 timi ile Camp Pendleton, Kaliforniya'da
deniz askeriydim.
Oorah!
Seyirci: Oorah!
(Kahkahalar)
11 Eylül'den birkaç ay sonra katıldım,
sanırım o zamanlar
ülkedeki çoğu insanda olduğu gibi
vatanseverlik ve intikam
hisleriyle doluydum
ve hiçbir şey yapmıyor olduğum
gerçeğine bağlı olarak,
bir şey yapmak istiyordum.
17 yaşımdaydım, liseden henüz önceki
yaz mezun olmuştum,
büyüdüğüm Kuzey Indiana'da
Mishawaka denilen
küçük bir kasabada
ailemin evinin arka odasında
kira ödeyerek yaşıyordum.
İlgilenenler için bunu
daha sonra heceleyebilirim.
(Kahkahalar)
Mishawaka birçok güzel şey olabilir,
fakat dünyanın kültür merkezi olamaz,
bu yüzden benim tiyatro
ve sinema filmleriyle tek karşılaşmam
lisede aldığım sahnelerle ve
Blockbuster Video, huzur
içinde uyusun, ile sınırlıydı.
(Kahkahalar)
Aktörlük konusunda öylesine ciddiydim ki
lisede son sınıftayken Juilliard'da
mülakatlara katılmıştım,
kazanamadım,
üniversitenin bana göre olmadığına karar
verdim ve başka hiçbir yere başvurmadım
ki bu dâhiyane bir hareketti.
Bunu, hakkında, aktörlerin Los Angeles'a
yanlarında sadece yedi
dolarla falan taşınıp,
iş buldukları ve başarılı kariyerler
yaptıkları gibi hikâyeler duyduğum
Hail Mary LA oyunculuk
efsanesine de yaptım.
Arabam bozulmadan önce
Amarillo, Teksas'a kadar gitmiştim.
Bütün paramı onu tamir ettirmeye harcadım,
sonunda Santa Monica'daydım --
Los Angeles'ta bile değil --
basitçe, sahilde boş boş dolaşarak
48 saat kaldım,
arabama bindim, eve sürdüm,
böylece oyunculuk
kariyerim de bitmişti, yani..
(Kahkahalar)
On yedi, Mishawaka ...
ailenin evi, kira ödemek,
elektrikli süpürge satmak ...
tele-pazarlamacılık,
yerel 4-H fuar alanlarında çimleri biçmek.
Eylül 2001'e girerken dünyam buydu.
Ayın 11'inden sonra,
aşırı bir görev anlayışı hissederek
ve genel anlamda kendime,
ebeveynlerime, devlete karşı
çok sinirli bir hâlde,
özgüvensiz, saygıdeğer bir iş olmadan,
Kaliforniya'ya gidip gelirken arabada
götürdüğüm dandik mini buzdolabım --
Marine Corps'a katıldım ve orayı
çok sevdim. Deniz askeri olmayı sevdim.
Bu, hayatımda yaptığım ve en çok gurur
duyduğum şeylerden biri.
Silahları ateşlemek havalıydı,
pahalı şeyleri sürmek ve
patlatmak harikaydı.
Fakat fark ettim ki,
Marine Corps'u en çok
katıldığım zamanlar en az
aradığım şeyler için sevmiştim
ki onlar insanlardı,
bu garip ahbaplarla --
Birleşik Devletler'in bir kesitinden
karakterler grubu--
görünüşte hiçbir ortak noktamız yoktu.
Ve zamanla,
beni askeriyeye yönelten
tüm o politik ve kişisel
gösterişler son buldu
ve benim için, Marine Corps
arkadaşlarımla eş anlamlı oldu.
Sonra, hizmetimden birkaç yıl
ve Irak'a konuşlandırılmadansa
aylar sonra,
bir dağ bisikleti kazasında göğüs
kafesimi yerinden çıkarttım
ve tıbben ayrılmak zorundaydım.
Askeriyede hiç bulunmamış olanlar
bunu anlamakta zorlanabilir,
fakat Irak'a ya da Afganistan'a
konuşlandırılmayacağımın söylenmesi
benim için oldukça yıkıcı oldu.
Askerî hastaneden bir sedyenin üzerinde
çıkışım ve bütün timimin dışarıda
iyi olup olmadığımı görmek için bekleyişi
çok net bir şekilde gözlerimin önünde.
Ve sonrasında, aniden,
tekrar bir sivil olmuştum.
Oyunculuğa bir şans daha vermek
istediğimi biliyordum,
çünkü --yineliyorum, bu benim--
bana göre askeriyeyle karşılaştırıldığında
sivil problemleri hafifti.
Demek istediğim, şu an cidden
neyden şikâyet edebilirsiniz ki?
"Burası çok sıcak,
birisi klimayı çalıştırmalı."
"Kahve kuyruğu fazla uzun."
Ben bir deniz askeriydim,
nasıl hayatta kalınabileceğini biliyordum.
New York'a gidecek ve aktör olacaktım.
Eğer hiçbir şey işe yaramazsa,
Central Park'ta yaşayacak ve
Panera Bread'in arkasında
çöpten eşya toplayacaktım.
Juilliard için tekrar mülakata katıldım
ve bu sefer şanslıydım, alındım.
Fakat askeriyeden sivilliğe olan
geçişin bu kadar karmaşık oluşu
beni şaşırtmıştı.
Görece sağlıklıydım; zihinsel ya da
fiziksel yaralanmaya ek olarak
o süreçten geçmeyi hayal bile edemiyorum.
Ama ne olursa olsun, zordu.
Kısmen sebebi, oyunculuk okulundaydım --
Arkadaşlarım deniz aşırı yerlerde
bensiz hizmet ederken,
ses ve konuşma derslerine girmeyi, odanın
gerisine hayali enerji topları fırlatmayı,
kendimi dünyaya getirdiğim oyunculuk
egzersizlerini yapmayı --
(Kahkahalar)
doğru bulamıyordum.
Fakat aynı zamanda, kısmen de
askeriyede öğrendiğim şeyleri
sivil durumlara nasıl
uygulayacağımı bilmiyordum.
Demek istediğim hem pratikte
hem de duygusal olarak.
Pratikte, bir iş edinmek zorundaydım.
Ve ben bir piyade deniz askeriydim,
makineli silahları ateşlediğiniz ve
havan topları fırlattığınız bir yer.
Bu becerileri sivil dünyasına
geçirebileceğiniz çok fazla yer yok.
Duygusal olarak,
anlamı bulmakta zorlandım.
Askeriyede, her şeyin bir anlamı vardı.
Yaptığınız her şey ya
geleneklerle demlenmiş,
ya da pratik bir amaç taşımaktaydı.
Sahrada sigara içemezsiniz,
çünkü pozisyonunuzu belli
etmek istemezsiniz.
Yüzünüze dokunamazsınız --
Kişisel bir sağlık ve hijyen
seviyesi geliştirmelisiniz.
"Bayraklar" oynadığında, sizden önce
giden insanlara karşı saygı duymadan
bununla karşılaşıyorsunuz.
Böyle yürü, şöyle konuş, bu yüzden.
Üniformanızın burgatasına kadar
bakımı yapılırdı.
Bu kurallara ne kadar dikkatli uyduğunuz
ne çeşit bir deniz askeri olduğunuzu
açıkça gösteriyordu.
Rütbeniz geçmişiniz ve
kazandığınız saygı hakkında
bir şeyler söylüyordu.
Sivillerin dünyasında rütbe yoktu.
Burada farklı bir insandınız
ve ben sürekli tüm ederimi tekrar
kanıtlamak zorundaymışım gibi hissettim.
Ve ben üniformalıyken sivillerin bana
gösterdiği saygı,
üniformayı çıkarttığımda yok oluyordu.
Bir...
topluluk anlayışı yok gibi görünüyorken,
askeriyede, bu topluluk
anlayışını hissetmiştim.
Sivil dünyasında kaç kez
en yakın arkadaşlarınızla beraber
ölüm-kalım durumlarında kaldınız
ve onlar sürekli sizi
terk etmeyeceklerini kanıtladılar?
Ve bu sırada oyunculuk okulunda...
(Kahkahalar)
Gerçekten, ilk defa,
askeriyeyle alakası olmayan,
ama bir şekilde askeriye
tecrübelerimi bana daha önce
tanımlanamaz gibi gelen
bir şekilde yansıtan
oyunlar, karakterler ve
sahneler keşfediyordum.
İlk defa duyguları sözlere
dökebildiğim ve bunun
ne kadar değerli bir araç
olduğunu fark ettiğim için
daha az agresif bir
hâle geldiğimi hissettim.
Askeriyedeki zamanlarımı yansıtırken,
ilk düşündüğüm şeyler
basmakalıp talimler
ve bunun disiplini ve acısı olmuyordu;
daha çok, küçük, samimi insani anlar,
harika hislerin hatıraları,
ailelerini özlediği için
asker kaçağı olan arkadaşlar,
boşanan arkadaşlar,
beraber gülmek beraber ağlamak,
hepsi askeriyenin perde arkasında.
Arkadaşlarımı bu durumlarla
boğuşurken gördüm
ve bunun hakkındaki duygularımızı
ifade edemeyerek,
bunun onlarda ve kendimde
yarattığı gerginliği izledim.
Askeriye ve tiyatro toplulukları
aslında çok benzerdir.
Kendilerinden daha büyük bir görevi
başarmaya çalışan bir grup insan var,
sizinle alakalı değil.
Bir rolünüz var, takım içindeki rolünüzü
bilmek zorundasınız.
Her takımın bir
lideri ya da yönetmeni var;
bazen akıllı olurlar, bazense olmazlar.
Kısa bir süre içinde bu tamamen
yabancı insanlarla samimiyet
kurmak zorundasınız;
özdisiplin, özbakım.
Düşündüm ki, meslekleri göz önüne
alındığında, askeriyedeyken zorla gittiğim
hepsi iyi niyetli fakat biraz
incitici olaylardı;
popüler kültür hakkında bir
soru cevapladığınız ve
eğer doğru bilirseniz
bir buluşma kazandığınız,
ki o da çoktan evlenmiş
ve hamile amigo kızlarla,
amigo kızlara karşı bir
şey yok onları severim,
şaperon eşliğinde
güverte geçidinde bir yürüyüştü,
"Bir San Diego Şarjör Amigosu
ile Buluşma Kazanın" gibi,
zoraki eğlence olaylarından
daha düşündürücü şeylerle baş edebilecek,
insanları eğlendirebilecek bu iki
farklı gibi görünen topluluğu kombinleyen
bir alan yaratmak ne kadar harika olurdu.
Aşağılayıcı olmadan
ulaşılabilir olan karakterler yoluyla
sunulan bir tiyatro olsaydı
ne kadar harika olurdu, asıl nokta buydu.
Bunu yapmaya çalıştığımız,
Silahlı Güçlerde Sanat'ı
bu iki, farklıymış gibi görünen
topluluğu birleştirmeye çalıştığımız
kâr amacı gütmeyen kuruluşu başlattık.
Bir oyun ya da çağdaşımız olan ve tıpkı
askeriye izleyicisi gibi yaş ve ırk olarak
ayrı düşen Amerikan oyunlarından
monologlar seçeriz, bir grup inanılmaz
tiyatro eğitimi almış aktörü alırız,
onları inanılmaz materyallerle donatırız,
üretim maliyetini olabildiği kadar
düşük tutarız --
set yok, kostüm yok,
ışık yok, sadece okuyoruz --
hepsi tüm vurguyu dile yapmak
ve tiyatronun her durumda
yapılabileceğini göstermek için.
Tamamen yabancılarla dolu bir odaya girmek
ve kendimize insanlığımızı hatırlatmak,
bu çok güçlü bir şey
ve kendinizi ifade etmek omzunuzdaki
tüfek kadar güçlü bir alet.
Askeriye gibi kısaltmaların kısaltmalarına
sahip olmakla gurur duyan
bir organizasyon için,
iş, ortaklaşa bir deneyimi
ifade etmeye geldiğinde
kendinizi kaybedebilirsiniz.
Ve ben, yeni kendini ifade etme yollarıyla
donatmak için ülkemizi koruyanlardan
daha iyi bir topluluk düşünemiyorum.
Tüm Birleşik Devletler'e ve
tüm dünyaya yayıldık,
Bethesda, Maryland'daki Walter Reed'den,
Camp Pendleton'a,
Kuveyt'teki Camp Arifjan'a,
USAG Bavaria'ya,
ara sıra New York'taki
Broadway tiyatrolarına.
Getirdiğimiz oyun
sergileyen sanatçılar için,
bu, onların başka türlü
karşılaşamayacakları,
kültüre açılan bir pencereydi.
Ve askeriye için, birebir aynısıydı.
Son altı yıldır bunu yapıyor olduğumdan,
hiçbir zaman oyunculuğun birçok
şey demek olduğunu unutmuyorum.
O bir beceri, politik bir eylem,
o bir iş, o --
size en çok uyan sıfat hangisiyse o.
Ama aynı zamanda da bir hizmet.
Hizmetimi bitirmek zorunda kalmadım,
yani ne zaman bu nihai hizmet
sektörüne, askeriyeye hizmette bulunsam,
benim için, yeniden --
bundan daha iyi olan pek bir şey yok.
Teşekkürler.
(Alkışlar)
Marco Ramirez'den bir parça
olan "Ben Batman Değilim"i
oynuyor olacağız.
İnanılmaz bir aktör, çok iyi bir
arkadaşım, Jesse Perez
okuyor olacak
ve birkaç saat önce tanıştığım
Matt Johnson.
Onlar ilk kez bunu beraber yapacaklar,
bakalım nasıl olacak.
Jesse Perez ve Matt Johnson.
(Alkışlar)
Jesse Perez: Gece yarısı
ve gökyüzü deli gibi parlıyor,
radyoaktif kırmızı.
Ve eğer gözlerini kısarsan, tüm şehri,
meleklerin içeri girmesine izin vermeyen
bir böcek ağı gibi kaplayan
kalın bir sigara dumanı ve
uçak egzozu katmanının içinden
ayı görebilirsin belki.
(Davullar)
Ve eğer yeteri kadar yükseğe bakarsan,
beni 87 katlı bir binanın çatısında
duruyorken görebilirsin.
Ve orada, çirkin yaratıklar ve belki de
100 yıldır öylece, ölü gibi duran
bozulmuş saat kulelerinin yerinde,
orada ben varım.
(Davul sesi)
Ben çılgın Batman'im!
(Davul sesi)
Ve ben Batmobil'e, bataranglara
ve çılgın yarasa mağaralarına
sahibim, cidden.
Ve tek lazım olan bir kiler
ya da bir arka oda
ya da bir yangın çıkışı
ve Danny'nin ikinci el pantolonu gider.
Ve benim, üzerimde az çok güzel duran,
fakat Arturo'lardaki zincirli çitlerde
dallara takıldığı için popoma
yakın bir yerde deliği olan
lacivert polo tişörtüm,
ama bu bir sorun değil,
çünkü ben o kısmı içeri sokuyorum
ve böylece, her şey harika gibi.
Ve o lacivert polo tişört..
O da gitti!
Ve ben.. ben dönüşüyorum.
(Davul sesi)
Ve hiç kimse ters konuştuğu için
kemerini çıkarıp, onu Batman'e sallamaz.
(Davul sesi)
Ya da ters konuşmadığı için..
Ve kimse Batman'a saf diyemez
ya da aptal
ya da cılız.
Ve kimse Batman'in kardeşini
Doğu Taksi Şirketi'nden kovamaz,
çünkü onlar da kesinti yapmıyor.
Çünkü onların saygı
dışında hiçbir şeyi yok.
Korkudan kaynaklı saygı gibi değil,
saygıdan kaynaklı saygı gibi.
(Kahkahalar)
Çünkü kimse senden korkmuyor.
Çünkü Batman kimseye karşı
tehlike arz etmiyor.
(Davul sesi)
Asla.
(Davullar)
Çünkü Batman'in tek istediği
insanları korumak
ve belki bir gün büyükannesinin
faturalarını ödemek
ve mutlu ölmek.
Ve belki gerçekten süper ünlü olabilmek.
(Kahkahalar)
Oh... ve Joker'i öldürmek.
(Davullar)
Bu akşam, çoğu akşam gibi, yalnızım.
İzliyorum ve bekliyorum
bir kartal gibi
ya da bir --
yo, evet, bir kartal gibi.
(Kahkahalar)
Ve pelerinim rüzgârla dalgalanıyor,
çünkü o çılgın gibi uzun
ve benim sivri kulaklarım tetikte
ve bu maske de yüzümün
yarısını kapatıyor
ve ben göğsümde de kurşun geçirmez
bir şey var, böylece kimse beni vuramaz.
Ve hiç kimse -- hiç kimse! --
hiç kimse şu iki şeyin
arasına giremeyecek: Batman..
ve adalet.
(Davullar)
(Kahkahalar)
Bulunduğum yerden,
her şeyi duyabiliyorum.
(Sessizlik)
Şehirde bir yerde,
çöp tenekesinden plastik köpük
kalıntıları alan yaşlı bir bayan var
ve ağzına birinin tükürüp
attığı susamlı tavuk parçasını
koyuyor.
Ve bir yerlerde, iğrenç saç şekliyle
siyah laboratuvar önlüğünün içinde,
bir gün hepimizin neslini
tüketecek olan hastalıklara
tedavi bulmaya çalışan
bir doktor var.
Ve bir yerlerde, hademe
kıyafetinin içinde,
eve doğru sendeleyerek giden,
maaş çekinin yarısını 1,2 litrelik
çevirip açılan bira şişelerine ve
diğer yarısını da gecenin karanlığında
bu şehirde yapmak istedikleri şeyi yapan
insanlar tarafından tüm ışıkları
söndürülmüş bir caddede, bir bayanın
evinde dört saatlik bir görüşme için
harcamış olduğundan
sersemlemiş bir adam var.
Ve hademe adamdan yarım blok ötede,
kendilerinden daha iyisini görmemiş,
karşılıksız iyilikçiler grubu var,
paslı bisiklet zinciri ve
imitasyon Louisville Sluggers'ları olan
hademe adamı bekliyorlar
ve eğer onda bir sent bulamazlarsa
ki bulamayacaklar,
kollarındaki kaslar yanmaya
başlayana kadar,
onun dökülecek daha fazla dişi
kalmayana kadar dövecekler.
Ama beni hesaba katmıyorlar.
Midesi tamamen bakkal markası
makarna ve peynirle
ve parçalara ayrılmış Viyana
sosisiyle dolu
Kara Şövalye'yi hesaba katmıyorlar.
(Kahkahalar)
Çünkü onlar benim var olmadığına
inanmayı tercih ediyorlar.
87 kat yukarıdan, karşılıksız
iyilikçilerden birinin
"Nakitleri ver!" deyişini duyabiliyorum--
evet bu kadar hızlı.
"Ver o lanet nakitleri!"
Ve hademe adamın sarhoş sarhoş
bir şeyler gevelediğini ve
solduğunu görüyorum ve
87 kat yukarıdan,
midesinin önlüğünden fırlamaya
çalıştığını duyabiliyorum.
Bir anda iniyorum, deli gibi hızlı,
ve karanlık gibiyim, "Huh!"
Bir ampüle batarang fırlatıyorum
(Zil)
Ve hepsi "Noluyo lan!
Işıkları kim kapattı?"
(Kahkahalar)
"Oradaki şey ne?"
"Noluyor?"
"Elindekileri bana ver, moruk!"
"Bunu kimse duydu mu?"
"Neyi duydu mu? Hiçbir şey yok.
Hayır, cidden -- hiç yarasa yok!"
Ama sonra...
karşılıksız iyilikçilerden üç tanesinden
biri kafasından vuruldu -- pov!
Ve iki numara da kara pelerinin
içinde kör gibi sallandı,
onun yumruğu herhangi bir
şeye vurmadan önce.
Bir çöp tenekesi kapağı kaptım ve --
tam karnına!
Ve bir numaralı uçan tekmeyle geri döndü.
Ama ben judo biliyorum ve karate de
tabii ki, o yüzden aynen şöyleydim.
(Davullar)
İkinci!
(Davullar)
(Kahkahalar)
(Davullar)
Ama ben daha fazla hasar veremeden,
ansızın bir ses duyduk "klik-klik"
Ve aniden her şey sessizleşti.
Bir tane karşılıksız iyilikçi
ayakta kaldı,
silahı tuttu ve yukarı doğrulttu,
tıpkı bir İsa heykeli tutar gibi,
tıpkı ayda bir delik açmakla
tehdit ediyormuş gibi.
Ve kafasından vurduğum,
bana uçan tekme atmaya çalışan
ve karnından vurduğum
diğer karşılıksız iyilikçi
önlerindeki karanlık şeyden
tökezleyerek kaçıyorlar.
Ve sarhoş adam, hademe adam,
bir köşeye saklanmış,
Aziz Anthony'ye dua ediyor,
çünkü hatırlayabildiği tek şey bu.
(Çifte davul)
Ve işte ben:
Gözler bembeyaz parlıyor,
pelerin rüzgârda hafif hafif uçuyor.
(Davul sesi)
Kurşun geçirmez göğüs kabarıyor,
içinden kalp atışlarım
Mors alfabesiyle şöyle diyor:
"Benimle dalga geç,
sadece bir kere,
haydi,
sadece dene."
Bir tane karşılıksız iyilikçi kaldı,
elinde bir silah,
evet, gülüyor.
Kolunu indiriyor.
Bana doğrultuyor
ve ayı rahat bırakıyor.
Tam sivri kulaklarımın arasına
doğrultuyor,
tıpkı hedef görevleri ve
özel takımı varmış gibi.
Ve hademe adam hâlâ Aziz
Anthony'yi arıyor,
fakat o telefonu açmıyor.
Ve bir saniye için,
kaybedecekmişim gibi...
geliyor.
Nah!
(Davullar)
Ateş! Ateş!
"Öldürme beni, adamım!"
Tokat! Bilek çatlağı! Boyun! Parçala!
Deri asitle karşılaşır:
"Ahhhhh!"
O yerde,
bense üzerinde duruyorum
ve silah şu an benim ellerimde,
ben silahlardan, onları tutmaktan
nefret ederim, çünkü ben Batman'im.
Ve, Asteriks:
Batman, silahları sevmez,
çünkü ebeveynleri yıllar önce
silahlar tarafından donduruldu.
Ama bir saniyeliğine,
gözlerim bembeyaz parladı
ve o şeyi tuttum,
böylece karşılıksız iyilikçiyle
anlayabileceği bir dilden
konuşabilecektim.
Klik-klik!
Ve karşılıksız iyilikçiler,
emekleyip çıktıkları şey
artık hangi zehirli, kimyasal maddeyse
onun pis artığının içinde
karşılıksız kaçışçılara dönüştü.
Ve artık sadece ben ve hademe
adam kalmıştık.
Onu kaldırdım,
alnındaki teri ve ucuz parfümü sildim.
Ona zarar vermemem için yalvardı
ve onu hademe tişörtünün
yakasından sımsıkı yakaladım,
onu yüzüme yaklaştırdım,
o benden uzun ama pelerin iş görüyor,
böylece o dinliyordu ve
ben de gözlerinin içine bakıyordum.
Ona iki kelime söyledim:
"Eve git."
Ve gitti,
her üç metrede bir omzunun üstünden
arkasını kontrol ederek.
Yolunun üzerinde, bir binadan
diğerine ilerledim,
çünkü nerede yaşadığını biliyorum.
Anahtarını çıkarırken ve kapıyı açarken
ellerinin titreyişini izliyordum.
O daha kapıdan girmeden,
ben yatağıma geri dönmüştüm.
Musluğu açışını duydum
ve kendisine bir bardak ılık
musluk suyu dolduruşunu.
Bardağı tekrar lavaboya koydu.
Adımlarını duydum.
Odama yaklaştıkça yavaşladı.
Kapımı açtı, çılgınca yavaş.
İçeri bir adım attı,
ki bunu hiç yapmazdı.
(Davul sesi)
Hiçliğin ortasına gözlerini dikti,
yüzü, yazın kaldırımların aldığı renkti.
Yeni uyanıyomuşum gibi davrandım
ve "Ah, naber, baba?"
Hademe bana hiçbir şey demedi.
Ama karanlıkta gördüm,
kollarının güçsüzleştiğini gördüm
ve kafasının geriye, bana doğru döndüğünü.
Yüzünü görebilmem için kafasını kaldırdı,
böylece gözlerini görebildim.
Yanaklarından bir şeyler süzülüyordu
ama ter değildi.
Orada öylece durup nefes alıyordu,
gözlerimin beyaz beyaz parlamasını
hatırlıyormuş gibi,
kurşun geçirmez göğsümü
hatırlıyormuş gibi,
onun benim babam olduğunu
hatırlıyormuş gibi.
Uzun bir süre hiçbir şey demedim.
Döndü, elini kapı koluna koydu.
Bana doğru bakmıyordu,
fakat bana iki söz mırıldandığını duydum:
"Ben, üzgünüm."
Uzandım ve penceremi hafifçe açtım.
Eğer yeteri kadar yükseğe bakarsanız,
beni görebilirsiniz.
Bulunduğum yerden --
(Ziller)
Her şeyi duyabilirim.
(Alkışlar)
Teşekkürler.
(Alkışlar)