Bugün yaratıcılık hakkında biraz konuşmayı umuyordum. Birçok insan yaratıcı olmak adına kendilerine izin vermek için çok mücadele ediyor. Makul derecede böyleler. Hepimiz kendi yeteneklerimizden biraz şüphe duyarız. 20'li yaşlarımın başlarında denk geldiğim ve benim için bir şekilde çok anlamlı olan bir hikâye hatırlıyorum. Allen Ginsberg'den çok hoşlanıyordum, onun şiirlerini okuyordum, çok okuyordum -- çok röportaj veriyordu -- ve bir kez de William F. Buckley'in "Firing Line" adındaki televizyon programına Ginsberg çıkmıştı ve orada mızıka çalıp bir Hare Krishna şarkısı söylemişti. Sonra New York'taki tüm entelektüel arkadaşlarına geri döndü ve o arkadaşları ona şöyle dedi: "Herkesin senin aptal olduğunu düşündüğünü ve bütün ülkenin seninle dalga geçtiğini bilmiyor musun?" O şöyle dedi: "Bu benim işim, ben bir şairim ve aptalmış gibi yapacağım. Çoğu insan bütün gün işe gitmek zorunda ve eve gelip eşleriyle kavga ediyorlar, sonra yemek yiyorlar ve eski televizyonu açıyorlar ve bazı insanlar onlara bir şeyler satmak istiyor ve bunların hepsini berbat ettim. Devam edip Krishna şarkısı söyledim ve onlar şimdi yatakta oturup şöyle diyorlar: "Kim bu aptal şair? Sonra da uyuyamıyorlar, değil mi? Bu, şairin işi ve ben de bunu çok özgürleştirici buluyorum çünkü bence çoğumuz, dünyaya kaliteli bir şeyler vermeyi çok istiyoruz, dünyanın iyi veya önemli olarak addettiği şeyler bunlar. Bu, gerçek bir düşman çünkü yaptığımızın iyi olup olmadığı bize bağlı değil ve tarih bize bir şey öğrettiyse o da şu ki dünya, son derece güvenilmez bir eleştirmen. Kendinize şunu sormalısınız: İnsanın yaratıcılığının önemli olduğunu düşünüyor musunuz? Çoğu insan şiir üzerine düşünmek için çok fazla zaman harcamıyor, değil mi? Yaşayacakları bir hayatları var ve Allen Ginsberg'ün ya da başkalarının şiirleriyle o kadar da çok ilgilenmiyorlar, babaları öldüğünde cenazeye gidene dek ya da çocuklarını kaybedince, birisi sizin kalbinizi kırdığında ve sizi artık sevmediğinde birdenbire yaşamdan bir anlam çıkarmada umutsuz oluyorsunuz ve "hiç kimse hayatında hiç böylesine kötü hissetti mi? Bu kara bulutlardan nasıl çıkabildiler?" diye soruyorsunuz. Ya da tam tersini -- harika bir şey yaşıyorsunuz. Biriyle tanışınca sanki kalbiniz patlıyor. Onları o kadar çok seviyorsunuz ki kafanız bulanıyor. Başınız dönüyor. "Daha önce hiç kimse böyle hissetti mi? Bana neler oluyor?" diyorsunuz. İşte bu, sanat bir lüks değil bir gereklilik olduğunda gerçekleşir. Buna ihtiyacımız var. Pekâlâ, bu nedir? İnsanın yaratıcılığı, içimizdeki doğanın dışa vurumu. Şuraya bakıyoruz, kuzey ışıklarına bakıyoruz, değil mi? Çocukken "Beyaz Diş" filminde oynamıştım, film Alaska'da çekilmişti ve gece dışarı çıktığımda gökyüzü mor, pembe ve beyaz ışıklarla dalgalanıyordu ve bu gördüğüm en güzel şeydi. Gökyüzü sanki oyun oynuyor gibiydi. Çok güzeldi. Gün batımında Büyük Kanyon'a gidin. Orası da çok güzel. Güzel olduğunu biliyoruz. Peki ya aşık olmak? Sevdiğiniz çok güzel. Benim dört çocuğum var. Onları oynarken izlemek ya da kelebekmiş gibi yapıp evin etrafında koşturmalarını ve herhangi bir şey yapmalarını izlemek çok güzel. İnanıyorum ki uzayda bu yıldızın içinde birbirimize yardım etmeye çalışmak için varız, değil mi? İlk olarak hayatta kalmak zorundayız, sonra da gelişmeliyiz. Gelişirken kendimizi ifade etmeliyiz. Sıkıntı şu ki, kendimizi tanımak zorundayız. Neyi seviyorsunuz? Eğer sevdiğinize yaklaşırsanız kim olduğunuz su yüzüne çıkar ve gelişir. Benim için bu çok kolaydı. İlk profesyonel tiyatro oyununa 12 yaşındayken çıktım. George Bernard Shaw'ın "Saint Joan" adlı bir oyunuydu ve McCarter tiyatrosundaydı. Sonra güm! Aşık oldum. Dünyam genişledi. Bu meslek -- şu an neredeyse 50 yaşındayım -- bu meslek bana karşılık vermeyi hiç bırakmadı ve bana daha da çok karşılık verdi, tuhaftır ki bu çoğunlukla oynadığım karakterler yoluyla oldu. Polisi oynadım, suçluyu oynadım, papazı oynadım, günahkârı oynadım ve 30 yıl boyunca bu işi yapmakta ve bunun yaşam boyu sürmesindeki sihir, benim, Ethan'ın deneyimlerini görmeye başlıyorsunuz ve ben sandığım kadar eşsiz biri değilim. Bu insanların hepsiyle ortak bir yanım var ve onların da benimle ortak yanları var. Hepimizin nasıl birbirimize bağlı olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Büyükannem Della Hall Walker Green ölüm döşeğindeyken kısa bir yaşam öyküsünü hastanede yazdı ve sadece 36 sayfaydı, bunun yaklaşık beş sayfasını bir oyun için bir kez kostüm yaptığını yazmakla harcamıştı. İlk eşiyle ilgili olanlar bir paragraftı. 50 yıl boyunca yaptığı pamuk çiftçiliğinden bahsetmişti. Kostümlerle ilgili beş sayfa yazmıştı. Bakıyorum da -- annem, yaptığı yatak örtülerinden birini bana bıraktı, siz de onu hissedebilirsiniz. O kendini ifade ediyordu ve gerçek olan bir gücü vardı. Üvey erkek kardeşimle birlikte Top Gun filmini izlemeye gittiğimizi hatırlıyorum, hangi yıl çıkmıştı bilmiyorum. Alışveriş merkezinden çıktığımızı da hatırlıyorum, hava aşırı sıcaktı, ona baktım, ikimiz de filmin Tanrı'dan bir çağrı olduğunu hissetmiştik. Öyle bir şeydi ki, çok farklıydı. Aktör olmak istemiştim. İnsanları hislendiren bir şeyler yapmalıydım, bunun bir parçası olmak istiyordum. Üvey kardeşim de asker olmak istiyordu. Tek yaptığımız polisçilik, askercilik oynamak, şövalye olup kılıç sallamaktı. Kardeşim, oku ağaca saplanabilen, çalışan bir yaylı tüfek yapacaktı. Sonunda asker oldu. ABD Ordusu Özel Harekât Kuvvetleri'nden albay olarak emekli oldu. Çok arma sahibi oldu ve Afganistan ile Irak'ta savaşıp emekli oldu. Şu sıralar, şehit askerlerin çocuklarına bir yelken kampında öğretmenlik yapıyor. Hayatını tutkusuna verdi. Onun yaratıcılığı liderlikti, diğer insanlara cesaretiyle liderlik ve yardım etmekti. Bu onun çağrıldığını hissettiği bir şeydi ve bu, ona geri döndü. Şunu biliyoruz ki hayatımız ve onu nasıl harcadığımız çok kısa bir süreyi kapsıyor -- hayatımızı bizim için önemli olan şeylerle mi harcıyoruz? Çoğumuz böyle yapmıyoruz. Bunu yapmak zor. Alışkanlığın çekimi muazzam ve çocukları çok yaratıcı yapan da bu. Bu yüzden onların hiç alışkanlıkları yok ve iyi ya da kötü olduklarıyla ilgilenmiyorlar, değil mi? Kumdan kale yapınca şöyle demiyorlar: "Bence ben çok iyi bir kumdan kale inşaatçısı olacağım." Onlara verdiğiniz her projeye sadece kendilerini veriyorlar -- dans etmek, resim yapmak, bir şeyler inşa etmek. Ellerindeki her fırsatı bireysellikleriyle sizi etkilemek için kullanmaya çabalıyorlar. Bu çok güzel bir şey. Yaratıcılık hakkında ne zaman konuşulsa beni bazen endişelendiren bir şey bu. Çünkü hoş olduğuna dair bir his olabilir ya da sıcak ve zevkli bir şey olabilir. Fakat öyle değil. Bu hayati bir şey. Bu birbirimizi iyileştirme biçimimiz. Şarkımızı söylerken, hikâyemizi anlatırken, sizi anlatmaya davet ederken "Hey, beni dinleyin, ben de sizi dinleyeceğim," bir diyalog kuruyoruz. Siz bunu yaptığınızda iyileşme oluşur, köşelerimizden çıkarız ve birbirimizin ortak insanlığına şahitlik etmeye başlarız. Bunu ortaya koymaya başlarız ve bunu yaptığımızda çok güzel şeyler olur. Yani, topluluğunuza, ailenize ve arkadaşlarınıza yardım etmek istiyorsanız kendinizi ifade etmek zorundasınız ve kendinizi ifade etmek için de kendinizi tanımak zorundasınız. Aslında bu çok kolay bir şey. Sadece sevdiğiniz şeyi takip etmek zorundasınız. Bir yol yok. Siz yürümedikçe bir yol yok ve aptalmış gibi yapmaya gönüllü olmak zorundasınız. Okumanız gereken kitabı okumayın, istediğiniz kitabı okuyun. Eskiden sevdiğiniz müzikleri dinlemeyin. Yeni müzikler dinlemeye biraz zaman ayırın. Normalde konuşmadığınız birisiyle konuşmaya biraz zaman ayırın. Bunu yaparsanız sizi temin ederim kendinizi aptal hissedeceksiniz. İşte mesele bu! Aptalmış gibi yapın. (Gitar çalıyor) (Söylüyor) Austin'e gitmek istiyorum, evde kalmak istiyorum. Arkadaşlarımızı davet edelim ama yine yalnız olalım. Tehlike içinde yaşayalım. Sakin kalalım. Aptal olduğum için herkesin bana saygı göstermesini sağlayalım.