Atomsal olarak birbirimize bağlıyız.
Hem temelde hem de evrensel olarak.
Peki bu ne anlama geliyor?
Ben bir astrofizikçiyim.
İşim, bizleri oluşturan her bir atomun
kozmik tarihini araştırmak.
Aslına bakarsanız
modern astronominin
en büyük başarılarından biri,
bizi oluşturan atomların
nasıl bir araya geldiğini anlamasıdır.
Hidrojen ve helyum,
Büyük Patlama'nın ilk iki
dakikasında ortaya çıkarken
kanımızdaki demir, soluduğumuz oksijen
ve bilgisayarlarımızdaki silikon gibi
ağır elementlerin kökeni
yıldızların hayat döngüsüne
kadar uzanmakta.
Nükleer reaksiyonlar, hafif elementleri
ağır olanlara dönüştürür.
Bu da yıldızların parlamasına
ve nihayetinde patlamasına yol açar.
Böylece evreni bu tür
ağır elementlerle zenginleştirir.
Yıldız ölümleri olmadan
oksijen açığa çıkamaz.
Hidrojen ve helyumdan ağır
diğer elementler oluşamaz.
Bu durumda yaşam da mümkün olmaz.
Vücudumuzda, evrendeki
yıldızlarda bulunandan
daha fazla atom bulunmakta.
Bu atomlar oldukça dayanıklı.
Atomlarımızın kökeni,
milyarlarca yıl önce
onları bünyesinde oluşturan
ve patlayarak onları
Samanyolu'na saçan
yıldızlara dek takip edilebilmekte.
Bunu biliyorum
çünkü yıldız ölümleri konusunda uzmanım.
(Kahkaha)
Sizi süpernova patlamasıyla başlayan
ve şu anda soluduğumuz havaya dek uzanan
bir yolculuğa çıkarmak için buradayım.
Vücudumuz nelerden oluşuyor?
Vücudumuzun yüzde doksan altısı
yalnızca dört elementten oluşur:
hidrojen, karbon, oksijen ve nitrojen.
Kozmik hikayemizin
ana kahramanı oksijendir.
Oksijen yalnızca vücudumuzun
büyük kısmını oluşturmakla kalmaz,
aynı zamanda dünyada yaşamın
mümkün olmasını da sağlar.
Evrendeki oksijenin çok büyük bir kısmı
bütün tarih boyunca
bu süpernovalar aracılığıyla
üretilmiş bulunmakta.
Bu patlamalar çok büyük
yıldızların ölümünün habercisi.
Parlak bir ay boyunca
yalnız bir patlama, içerisinde
milyarlarca yıldız bulunan bir galaksiden
daha parlak olabilir.
Bu gerçekten olağanüstü bir durum.
Çünkü büyük yıldızlar,
diğer yıldızlara göre
yanarken daha çok ışık saçar
ve daha görkemli ölür.
Nükleer füzyon, Güneş de dahil olmak üzere
birçok yıldızın yaşam kaynağıdır.
Haliyle dünyadaki tüm
enerjinin de kaynağı.
Yıldızları, sıcak ve yoğun bünyelerinde
atomları parçalayarak güç toplayan
füzyon fabrikaları
olarak düşünebilirsiniz.
Güneş gibi yıldızlar
nispeten daha küçüktür.
Hidrojen yakarak helyum verirler.
Güneş'ten yaklaşık sekiz kat
daha ağır yıldızlar ise
çekirdeklerindeki helyum tükense bile
yanmaya devam ederler.
Demek istediğim,
yalnızca karbon çekirdeği
kalan o büyük yıldız
sizin de bildiğiniz üzere,
hayatın yapı taşıdır.
Bu karbon çekirdek içe
doğru çökmeye devam eder.
Bunun sonucunda sıcaklığı artar.
Bu da yeni nükleer reaksiyonların
oluşmasına imkan sağlar.
Böylece karbon yanar;
oksijen, neon, silikon, sülfür
ve bunlara ek olarak demir açığa çıkar.
Demir son duraktır.
Neden mi?
Çünkü demir, evrendeki
en bağlı çekirdeklere sahip.
Demiri yakarak enerji
üretmek mümkün değil.
Haliyle büyük bir yıldızın tüm
çekirdeği demirden oluştuğu zaman
yakıtı bitmiş demektir.
Bu da bir yıldız için son
derece tatsız bir durum.
(Kahkaha)
Yakıt olmadan yıldız ısı üretemez.
Bu nedenle yer çekimi
bu savaştan galip çıkar.
Demirden oluşan çekirdeğin,
aşırı derecede yoğunlaşarak içe
doğru çökmekten başka şansı yoktur.
300 milyon tonluk bir maddenin
bir küp şeker boyutuna
küçüldüğünü düşünün.
Yoğunluk çok fazla arttığı zaman
çekirdek çökmeye direnebilir.
Bunun sonucunda da
çekirdekteki tüm maddeler
dışarı doğru saçılır.
Birkaç saniye süren bu dramatik saçılma
yıldızın geri kalanının tüm yönlere
doğru dışarı taşınmasına yol açar.
Buna bağlı olarak
süpernova patlaması oluşur.
Astrofizikçiler için
ne kadar üzücü olsa da
patlayan yıldızların
merkezinde gözlenen bu durum
laboratuvar ortamında canlandırılamaz.
(Kahkaha)
İnsanlık adına şükürler olsun ki
bunu yapmamız mümkün değil.
(Kahkaha)
Peki bu ne demek?
Astrofizikçiler olarak
bu karmaşık fenomeni anlayabilmek için
geliştirilmiş bilgisayar simülasyonlarına
başvurmak zorundayız.
Bu simülasyonlar sayesinde,
söz konusu ekstrem durumlarda
gazların verdikleri tepkiyi
gözlemleyebiliyoruz.
"Büyük yıldızların çökmesine yol açan ne?"
"İçe doğru çöküş nasıl
patlamaya dönüştürülebilir?"
gibi önemli soruların
cevaplarına ulaşabiliyoruz.
Bu, tartışmaya son derece açık bir konu.
Ancak hepimiz hemfikiriz ki
nötrino adı verilen
karmaşık temel parçacıklar
bu konuda hayati rol oynuyor.
Tamam mı?
Şimdi size bu simülasyonlardan
birini göstereceğim.
Çekirdek çökmeye başladığı zaman
çok sayıda nötrino üretiliyor.
Bununla birlikte
çekirdekte enerjinin
iletilmesini de nötrinolar sağlıyor.
Bir ısıtıcıdaki termal radyasyon gibi
nötrinolar da çekirdeğe enerji pompalıyor
ve yıldızın çökme ihtimalini arttırıyor.
Yaklaşık bir saniyelik zaman diliminde
nötrinolar öyle çok enerji pompalar ki
basınç, bir şok dalgası
açığa çıkaracak kadar yükselir.
Bu şok dalgası yıldızın
tamamen çökmesine sebep olur.
Tüm bu elementler bu şok
dalgasının içerisinde üretilir.
Çok yaşayın nötrinolar.
(Kahkaha)
Süpernovalar oldukça parlak
ve kısa süreliğine
Güneş'in tüm ömrü boyunca
saçtığından fazla enerji saçarlar.
Daha önce kesinlikle orada olmayan
yukarıda gördüğünüz o parlak nokta
bir fener gibi yanıyor,
büyük bir yıldızın öldüğü
yeri işaret ediyor.
Samanyolu gibi bir galakside
yaklaşık her elli yılda
bir büyük yıldız ölüyor.
Bu da demektir ki evrende bir yerlerde
her birkaç saniyede
süpernova patlaması yaşanıyor.
Gökbilimciler açısından
sevindirici olan ise
bu patlamaların bazılarının
dünyaya nispeten yakın gerçekleşmesi.
Teleskobun icadından uzun zaman önce
çeşitli uygarlıklar bu
süpernovaları kayıt altına almıştır.
Bunlardan en bilineni ise
Yengeç Nebulası'nın oluşmasına
yol açan süpernova patlamasıdır.
Tamam mı?
Koreli ve Çinli gökbilimciler ile
büyük ihtimalle Yerli Amerikalılar,
bu süpernovayı
1054 yılında kayıt altına aldı.
Söz konusu patlama dünyadan yaklaşık
5 bin 600 ışık yılı uzakta gerçekleşti.
Bu süpernova o denli parlaktı ki
gökbilimciler onu gündüz de görebiliyordu.
Neredeyse iki yıl boyunca geceleri
çıplak gözle onu görmek mümkündü.
Şimdi bin yıl kadar ileri
gidelim, ne görüyoruz?
Saniyede 482 km hızla
hareket eden patlamanın
açığa çıkardığı bazı şeritler görmekteyiz.
Bu şeritler, büyük yıldızların
nasıl öldüğünü anlamamız için
son derece önemli bilgiler taşıyor.
Karşınızdaki bu görüntü
Hubble Uzay Teleskobu aracılığıyla
üç aylık bir sürede kaydedildi.
Bunlar gökbilimciler için oldukça önemli
zira patlayan bu yıldızın
kimyasal geçmişine dair
nihai bilgiler taşıyor.
Gördüğünüz turuncu şeritler,
yıldızdan arda kalan kalıntılar
ve çoğunlukla hidrojenden oluşuyor.
Mavi ve kırmızı şeritler ise
yeni sentezlenmiş oksijenler.
Yengeç Nebulası gibi
süpernova kalıntılarını araştırmak,
gökbilimcilerin evren tarihi boyunca
dünyadaki oksijenin büyük kısmının
süpernovalar tarafından üretildiğini
anlamasına yardımcı oldu.
Yani tahminen,
vücudumuzdaki tüm oksijen
atomlarının bir araya gelmesi için
yaklaşık 100 milyon süpernova
gerçekleşmesi gerekir.
Buna göre, her bir zerremiz
ya da en azından büyük çoğunluğumuz
söz konusu süpernova
patlamalarından oluşmakta.
Belki şöyle diyorsunuz:
"Nasıl oluyor da
böyle ekstrem şartlar
altında üretilen bu atomlar
vücudumuzun yapısında rol alabiliyor?"
Sizinle zihin yolculuğuna
çıkmak istiyorum.
Düşünün ki Samanyolu'ndayız
ve bir süpernova gerçekleşiyor.
Bu patlamayla birlikte
uzay boşluğuna tonlarca
oksijen atomu saçılıyor.
Bunların bazıları
bir bulut oluşturabiliyor.
4 buçuk milyar yıl önce,
bir şey bu bulutun yapısını bozdu
ve onun çökmesine yol açtı.
Böylece merkezinde Güneş'i
ve haliyle Güneş sistemini oluşturdu.
Sonuç olarak Güneş,
gezegenler ve Dünya'daki yaşam
yıldızların doğumu, ölümü
ve yeniden doğumundan oluşan
bu döngüye bağlıdır.
Bu döngü, evrende atomların geri
dönüşümlerine devam etmesini sağlar.
Bunun sonucunda, astronomi
ve kimya yakın akrabalardır diyebiliriz.
Bizler, bitkilerin atıklarını solumak
üzere evrimleşmiş canlılarız.
Ancak şimdi
süpernova patlamalarının da
atıklarını soluduğumuzu biliyorsunuz.
(Kahkaha)
Şimdi durun ve nefes alın.
Vücudunuza bir oksijen atomu girmiş oldu.
Bu oksijen atomunun
bir yıldızın içinde olduğunu
ve muhtemelen bir süpernovaya
bağlı olarak oluştuğunu
hatırlıyor olması kesin bir durum.
Bu atom, Dünya yüzeyine çarpıp
bizlere ulaşmadan çok önce
tüm Güneş sistemini gezmiş olabilir.
Her gün nefes aldığımızda
yüzlerce litre oksijen tüketiyoruz.
Bu güzel seyircinin karşısında
olduğum için son derece şanslıyım.
Ancak gerçekte yaptığım
sizlerin oksijen atomlarını çalmak.
(Kahkaha)
Sizlerle konuşurken de
bir zamanlar içimde bulunan bu
atomların bir kısmını geri veriyorum.
Nefes almak da
bu müthiş atom alışverişinin
bir parçası diyebiliriz.
Şöyle düşünebilirsiniz:
"Acaba vücudumuzdaki atomların kaçı
bir zamanlar Frida Kahlo'ya aitti?"
(Kahkaha)
Yaklaşık 100 bin tanesi.
Diğer 100 bini ise
muhtemelen Marie Curie'ye,
bir 100 bin Sally Ride'a
ya da kimi düşünmek isterseniz ona aitti.
Nefes alırken ciğerlerimizi
yalnızca kozmik tarihle değil
insanlık tarihiyle de doldurmuş oluyoruz.
Konuşmamı benim için
çok anlamlı olan bir mitle
sonlandırmak istiyorum.
Çok güçlü bir Mezoamerikan kültürü olan
Chichimeca kültüründen bir mit.
Chichimeca halkına göre
insanların özü gökyüzünde oluşturulmuş.
Kendimize doğru olan yolculuğumuzda
bu öz, tonlarca farklı parçaya ayrılmış.
Büyük babam derdi ki:
"Kendini eksik hissetmenin bir sebebi de
parçalarının kayıp olması."
(Kahkaha)
"Ancak buna aldanma.
Gelişmek için sana
inanılmaz bir fırsat sunuldu.
Neden mi?
Çünkü bu parçalar, gidip toplaman için
dünyaya saçılmadılar.
Bu parçalar, başka insanlara verildi.
Yalnızca onları paylaşarak
kendini daha bütün hissedebilirsin.
Hayatın boyunca
seni tamamlanmış hissettirecek
koca parçalara sahip olan
insanlar tanıyacaksın.
Tamamlanmaya giden yolda ise
bu parçaların her birini
toplamalı ve paylaşmalısın.
Bu bana oksijenin hikayesini anımsattı.
(Kahkaha)
Bir süpernova patlamasıyla
gökyüzünde başlayan
ve insanlık sınırları dahilinde
günümüze dek süren hikayeyi.
Vücudumuzdaki atomlar
destansı bir yolculuğa başladı.
Milyarlarca yıldan, yüzyıllara
kadar farklı zaman dilimleriyle
bizlere kadar.
Evrenin şahitleri olan
her birimize kadar ulaştı.
Teşekkür ederim.
(Alkış)