"Soykırım" kelimesinin ne anlama
geldiğini öğrendiğimde 10 yaşımdaydım.
2003 yılıydı ve
insanlarıma ırklarından
ötürü vahşice saldırılıyordu --
yüz binlercesi öldürüldü,
milyonlarcası yerinden edildi,
bir ulus, kendi
devletinin elleriyle parçalara ayrıldı.
Annem ve babam
kriz hakkında eleştiri yapmaya başladılar.
Aslında anlamıyordum, sadece
bunun, aileme zarar verdiğini biliyordum.
Bir gün annemi ağlarken gördüm ve
ona neden bu kadar çok
insanı gömdüğümüzü sordum.
10 yaşındaki kızına soykırımı anlatmak
için seçtiği kelimeleri hatırlamıyorum,
fakat o hissi hatırlıyorum.
Tamamen yalnız hissetmiştik,
kimse bizi duymuyor gibiydi,
görünmez gibiydik.
Darfur hakkındaki ilk şiirimi de
o zaman yazdım.
İnsanların bizi görmesini ve
duymasını sağlamak için şiir yazdım
ve beni değiştiren
şeyi de bu şekilde öğrendim.
Bunu görmek çok kolay.
Yani, bakın bana -- kafasında
eşarp olan, genç Afrikalı bir kadınım,
dilimde ise Amerikan aksanı var ve
Pazartesi sabahlarının en vahşisini
oluşturan bir hikâye cazip görünüyor.
Fakat insanları görülmeye değer
olduklarına ikna etmek zor bir şey.
Bunu lisedeyken, öğretmenim
bir gün benden Darfur'la ilgili
sunum yapmamı istediğinde öğrendim.
Projektörü ayarlarken sınıf
arkadaşlarımdan birisi şöyle dedi;
"Neden bundan bahsetmek zorundasın?
Bunun bize ne hissettireceğini
düşünemiyor musun?"
(Gülüşmeler)
14 yaşımdaki hâlim ona
ne cevap vereceğini veya o anda
hissettiğim acıyı nasıl
açıklayacağını bilmiyordu
ve her dakika "bundan"
bahsetmemeye zorlanıyorduk.
Sözleri beni Darfur'daki
günlere ve gecelere götürdü,
sessiz kalmaya zorlandığımız;
sabah çay içerken,
savaş uçakları tüm sesleri
bastırdığı için konuşmadığımız;
yalnızca duyulmayı
hak etmediğimizin değil,
aynı zamanda var olma hakkımızın
olmadığının söylendiği zamanlara götürdü.
Ve orada olmayı hak etmediğim hissi,
oraya ait olmadığım hissi
veya sessizliği kırma hakkımın olmadığı
hissi yeniden ortaya
çıkmasına rağmen, sınıfta tüm
öğrenciler yerini almaya başladığında ve
konuşmaya başladığımda
bir büyü oluştu.
Konuştuğumda ve
sınıf arkadaşlarım dinlediğinde,
korku yavaş yavaş azalmıştı.
Zihnim sakinleşti ve
güvende hissettim.
Bu bizim kederimizin sesiydi,
bana sarıldıkları hissiydi ve
o sabit duvarlar bizi bir arada tutuyordu.
Boşluk hissi değildi.
Şiiri seçtim çünkü şiir çok içgüdüsel.
Birisi önünüzde durduğunda,
zihni, bedeni ve ruhu size
"Bana tanıklık et" dediğinde,
insanlığınızın farkına
varmamanız imkânsızdır.
Bu benim için her şeyi değiştirdi.
Bana cesaret verdi.
Her gün tanıklığın
gücünü tecrübe ediyorum ve
bundan dolayı ben bir bütünüm.
Şimdi soruyorum:
Bana tanıklık edecek misiniz?
Bu stres altında omuzlarım çöktüğünde,
bana mikrofonu verdiler.
Bir kadın şöyle dedi,
"Bir milyonuncu mülteci de
Güney Sudan'ı terk etti.
Yorum yapabilir misiniz?"
Annemin aldığı ayakkabılar
içerisinde ayaklarım ileri geri sallandı,
şu soru yankılandı:
Kalıyor muyuz, yoksa
kaçmak daha mı güvenli?
Zihnimde sayılar yankılandı:
Darfur'da bir milyon gitti,
iki milyon yerinden edildi,
400.000 ölü var.
Ve boğazım düğümlendi,
sanki bu bedenler benim boğazımda
mezarlarını bulmuşlar gibi.
Eski ülkemiz,
kuzeyi ve güneyi ve doğusu ve batısı,
öyle huzursuzdu ki
Nil bizi bir arada tutamadı ve
siz benden özet geçmemi istiyorsunuz.
Hâlâ gerçekleşmiyor gibi,
sayılardan bahsediyorlar,
sanki Suriye'de 500.000 kişi ölmemiş gibi,
sanki 3.000 kişi Akdeniz'in
dibinde son savaşlarını
vermiyormuş gibi,
sanki soykırımlarımız hakkında
gerçeklerle dolu kitaplar yokmuş gibi
ve şimdi benden yazmamı istiyorlar.
Gerçek:
Kahvaltıda hiç konuşmadık,
çünkü savaş uçakları sesimizi bastırdı.
Gerçek:
Büyükbabam evi terk etmek istemedi,
böylece bir savaş alanında öldü.
Gerçek:
Tanrısız yanan bir çalı, yalnızca yangındır.
Bildiğim şey ve
mikrofonda söylenmesi güvenli
olan şey arasındaki mesafeyi ölçtüm.
Kederden bahsediyor muyum?
Yer değişiminden?
Şiddeti, televizyonda
gördüğünüz kadar basit olmadığını,
kameralar açılmadan önce
haftalarca yaşanan
korkuyu vurguluyor muyum?
Ona bedenlerimizden,
yüzde 60'ının su olduğundan, fakat
yine de ağaç gibi yanışımızdan
ve bunun da feda edilişimizin
yakıtı olduğundan bahsediyor muyum?
Önce erkeklerin öldüğünü ve annelerin
izlemeye zorlandığını söylüyor muyum?
Çocuklarımız için geldiklerini,
evlerimiz yıkılana kadar
onları kara boyunca dağıttıklarını?
Ufacık bir bombada
kalelerin bile yıkıldığını?
Yaşlılardan, kahramanlarımızdan,
kaçmak için güçsüz, vurmak için
güçlü olanlardan, onları ateşe doğru
elleri yukarıda, sırtlarında
tüfeklerle nasıl götürdüklerinden
bahsediyor muyum?
Bastonlarının ateşi
nasıl körüklediğinden?
Bir tomar kablo ve zaptedilecek
seyirciler çok acımasız hissettiriyor.
Çok insafsızca,
tıpkı ölülerimizin kötü kokan
dumanıyla dolan vadi gibi.
Düz yazıda daha mı iyi?
Bir kıta, kefene dönüşebilir mi?
Yavaşça söylersem daha mı az acıtır?
Beni ağlarken görmeseniz
daha iyi mi dinlersiniz?
Mikrofon gittiğinde acı da gider mi?
Neden her söz son
sözümmüş gibi hissettiriyor?
Konuşma için otuz saniye
ve şimdi, şiir için üç dakika.
Dilim, öldüğümüz zamanki gibi kuruyor,
küle dönüşüyor, hiç kömür olmadan.
Sol bacağım uyuşuyor
ve çarpışmaya hazırlanır gibi
dizlerimi kilitlediğimi fark ediyorum.
Koşamayacağım bir ayakkabıyı asla giymem.
Teşekkürler.
(Alkışlar)
Olumlu bir mesajla ayrılmak istedim,
çünkü yaşamın paradoksu da bu:
Ağlamayı en çok öğrendiğim
yerlerde, aynı zamanda
nasıl gülümseneceğini öğrendim.
İşte, geliyor.
"Geniş bir Hayal Gücün Var
veya
Ağlamanın 400.000 yolu."
Zeinab için.
Ben üzgün bir kızım,
fakat yüzüm başka planlar yapıyor,
enerjimi bu gülümsemeye
odaklıyorum, acıya harcamamak için.
Önce uykumu çaldılar,
yorgun fakat açık gözler,
bir şeyler kaçırdığımı düşünürken,
belki de süvari hâlâ geliyordur.
Gelmediler,
ben de daha büyük yastıklar aldım.
(Gülüşmeler)
Büyükannem çok konuşarak
her şeyi tedavi edebilir.
Ve savaşın ortasında
bana depodaki bir hırsızı
güldürebileceğimi söyledi.
Savaş, hüzünden
bozulmuş evlilik yatağı yapar.
Yalnızca yok olmak istersiniz,
ama kalbiniz, kaçabilmeye
yetecek kadar kalıntı toplayamaz.
Fakat neşe --
neşe, kırgın ana vatanımızın
sınırlarından taşıdığımız zırhımız.
Tadı gittikten sonra bile devam eden
hikâyelerin, yüzlerin hızlı bir karışımı.
Bir kas hafızası en
zor zamanları bile atlatır,
benim hafızam ağlayana kadar
güldüğüm ya da gülene kadar ağladığım
günlerle dolu.
Kahkaha ve gözyaşı
istemsiz insan tepkileridir,
ifade kapasitemiz için bir vasiyettir.
İfade etmeme izin verin,
eğer sizi güldürüyorsam,
bu genellikle kasıtlıdır.
Ve eğer sizi ağlatırsam,
hâlâ güzel olduğunuzu düşüneceğim.
Bu, kuzenim Zeinab için,
bir ikindi vakti yatalak oluverdi.
Sudan'da beraber olduğumuz
zamandan beri onu görmedim,
Fransa'da 400 yıllık bir binada
hastane yatağının yanındaydım.
Zeinab şiir dinlemek istemişti.
Birden İngilizce, Arapça ve
Fransızca yetersiz gelmişti.
Bildiğim her kelime boş bir sese dönüştü
ve Zeinab de "Tamam, devam et." dedi.
(Gülüşmeler)
Ona okuyabildiğim her şeyi okudum
ve güldük
ve bunu çok sevdik
ve bulunduğum en önemli sahne orasıydı,
aile ile ve bir savaşa kurban edilmiş
fakat yine de yaşama
tutunmuş insanlarla çevriliydim,
bana yalnızca gülmeyi değil, aynı zamanda
ellerini gökyüzüne yerleştirmiş olan
ölümle yüz yüze yaşamayı öğretmiş olan
insanlarla çevriliydim,
güneşin mesafesini ölçüp
ona "Gülümse, seninle orada
buluşacağım." diyordum.
Ve Zeinab için --
Zeinab Fransa gibi bir
yerde bana sevgiyi öğretti,
Zeinab, ölüm döşeğinde
şiir dinlemek istedi --
Kronik ağrı sendromundan öldü.
Kalp kasları, işlevsiz kalana
kadar genişledi.
Beni tuttu ve bana
kendimi altın gibi hissettirdi.
"Zeinab, tek sorununun
kalbinin çok büyük olması garip
değil mi?" dedim.
Teşekkürler.
(Alkışlar)