Ekim ayının sonlarıydı,
Avusturya dağlarında
Zürih'ten mimarlık öğrencilerimle
bir saha gezisindeydik.
Yüksek bir vadiye ulaştığımızda,
Onlara sürpriz haberi verdim,
o gece konaklanacak
kulübe ya da otel
ayarlanmamıştı.
Bu bir hata değildi.
Tamamen bilinçli olarak
yapılmıştı.
Bu, bulabildiğimiz malzemelerle kendi
barınağımızı inşa etme sınavıydı.
Ve hayatta kaldık.
Soğuktu, gerçekten zordu...
ve müthiş öğretici bir deneyim oldu.
Doğanın bize bedelsiz sunduğu
birçok kaynak olduğunu keşfettik.
Tek ihtiyacımız, bu kaynakları fark
edebilecek hassasiyet...
ve kullanabilecek yaratıcılıktı.
Kendimi benzer bir durumda
bulduğum olmuştu.
Yaklaşık 13 yıl evvel
mimarlık öğrencisiyken,
Bangladeş'in ücra bir köyü olan
Rudrapur'a gitmiştim.
Tez projem doğrultusunda
bir okul tasarlayıp inşa edecektim.
Daha önce 19 yaşında bu köyde yaşamış,
kırsal kalkınma üzerine
çalışan Dipshikha adlı STK'da
gönüllü olarak görev yapmıştım.
Onlardan öğrendiğim şuydu:
Sürdürülebilir kalkınma yolundaki
en sürdürülebilir strateji,
kendi kaynaklarınız ve potansiyelinizin
değerini bilmek, onları kullanmak
ve dış faktörlere bağlı kalmamaktı.
Bunu kendi mimarimde de
uygulamaya çalıştım.
İnşa edeceğim okul için
uygun yapı malzemelerini
uzaklarda aramam gerekmedi.
Hemen ayağımın altındalardı:
Çamur, toprak, toz, kil,
adına ne derseniz...
ve dört bir yanda yetişen
bambu ağaçları.
Bangladeş'in ücra bölgelerinde
elektrik nadiren bulunur
fakat ihtiyacımız yoktu.
Beden gücümüz vardı
ve insanlar çalışmaktan memnunlardı.
Alet ve teçhizat da sorundu
ancak bu arkadaşlarımız vardı,
mandalar.
İneklerle de şansımızı denedik
ama ilginç şekilde,
fazla akıllı çıktılar.
Sürekli bir önceki turda
basılan çukurlara basıyorlardı.
Bu yüzden samanla çamur karışmıyordu,
(Kahkahalar)
kum ve duvar yapımında
kullandığımız malzemeler de.
Uygulamadaki ortağım
Eike Roswag
ve sepet örücüsü kuzenim
Emmanuel gibilerini
içeren küçük bir danışmanlar
ekibi haricinde,
tüm bina köydeki işçiler
tarafından inşa edildi.
Altı aylık inşaatın sonunda
METI Okulu böyle görünüyordu.
(Alkışlar)
Teşekkürler.
(Alkışlar)
Yükü taşıyan toprak duvarlar
okulun sağlam temelini oluştururken,
geniş bambu iskeletler de
aydınlığı içeri taşıyor.
Bu zemin kattaki bir sınıf.
Ona bağlı mağaralar bulunuyor.
Mağaralar; okumak, uzanmak,
tek başına çalışmak,
meditasyon, oyun... için.
Üstlerinde de sınıf bulunuyor.
Çocuklar kapılara Bengal dilinde
isimlerini yazdılar,
yalnızca isim yazmakla kalmayıp
okulun inşasına yardım da ettiler.
Eminim daha önce elinizi
çamura veya kile bulaştırmışsınızdır.
Dokunması harika.
Bayılıyorum.
Çocuklar da bayıldı.
Ve o hissi hayal edebiliyor musunuz;
küçük bir oğlan ya da kız çocuğunun
ya da okuma yazması olmayan bir işçinin
okul binasının önünde
bu yapıyı inşa ettiğini,
sıradan bambu ve ayağının altındaki
toprağı kullanarak
yalnızca elleriyle kurduğunu bilmesi.
Bu his hem kendinize
hem de topluma
muazzam bir güven ve sorumluluk aşılıyor.
Ve elbette malzemeye.
Özellikle çamurun algısı çok kötü.
Çamuru, toprağı düşündüğümüzde,
çirkin, dayanıksız...
benim de değiştirmek istediğim algı bu.
Aslına bakarsak, bu okulun
11. yağmur mevsimini yaşıyoruz,
gerçekten şiddetli, yatay
muson yağmurlarından bahsediyorum,
duvarlar sapasağlam dayanıyor.
(Alkışlar)
Peki nasıl oluyor?
İlk kural: duvarları zeminden ayırıp
kuru tutan iyi bir temel,
ikinci kural: üst tarafı koruyacak
sağlam bir çatı
ve üçüncü kural: erozyon kontrolü.
Çamur duvarların hız kesicilere
ihtiyacı vardır,
yağmur suyunun duvardan aşağı
hızla akmasını engellerler.
Bu hız kesiciler bambu şeritler olabilir
ya da çamura taş, saman gibi
malzemeler karıştırılır.
Bir tepenin erozyona karşı ağaç
ya da taşlara ihtiyaç duyması gibi,
duvarlara da set gerekir.
Bana hep gelen soru, çamura
çimento eklemek gerekip gerekmediği,
ve cevabım hayır, gerekmiyor.
Bu duvarlarda sabitleyici,
kaplama yok,
yalnızca temelde var.
Burada duvarı yakın plan görüyorsunuz
10 yağmur mevsiminden sonra,
ben nasıl yaşlandıysam,
duvarın da bazı kırışıkları oluşmuş.
Kenarlar eskisi kadar keskin değil,
ancak yine de iyi görünüyor.
Üstelik tamir gerektiğinde,
bunu yapmak da gerçekten kolay.
Yalnızca bozuk kısmı alıyorsunuz,
ıslatıp duvara geri koyuyorsunuz.
Eskisinin aynısı oluyor.
Keşke bu bende de işe yarasaydı.
(Kahkahalar)
Evet ve en harika kısmı şu ki
eğer toprak duvara artık ihtiyaç yoksa,
geldiği yere geri dönebiliyor.
Bir bahçeye dönüşebiliyor
veya kalite kaybı olmaksızın
tamamen geri dönüştürülebiliyor.
Bunu yapabilen başka malzeme yok,
tam da bu nedenle toprak, çevresel
performans açısından mükemmel seçim.
Peki ya ekonomik sürdürülebilirlik?
Okulu inşa ederken,
neredeyse inşaat alanında
yaşadım sayılır.
Akşamları, işçilerle beraber
pazara gidiyor,
paralarını nasıl harcadıklarını
görüyordum.
Sebzeleri komşularından
satın alıyorlardı,
saçlarını kestiriyor
ya da terziden yeni bir bluz alıyorlardı.
Ve inşaat bütçesinin
başlıca kısmı
işçiliğe harcandığından,
okul yalnızca bir bina değil,
yerel kalkınma için bir katalizör
görevi de görüyordu,
bu da beni mutlu ediyordu.
Eğer okulu çimento ve çelikten
tasarlasaydım,
bu para ülke dışına gidecek
ve bu ailelere yaramayacaktı.
(Alkışlar)
O zamanlar inşaat bütçesi
35.000 Euro idi...
Şimdiye muhtemelen iki katına
çıkmıştır.
Ve bu tutar,
bu bölge için çok para demek.
Hele ki toplum içinde kalıyor,
hızlı el değiştiriyor,
ve borsaya dahil olmuyorsa.
Dolayısıyla, projemin ekonomik
sürdürülebilirliği sözkonusu ise,
Sorduğum başlıca soru: Kim kar edecek?
Aranızda kaç kişinin,
Çamurdan bir evde yaşama
deneyimi var?
Chris Anderson, elini göremiyorum?
(Kahkahalar)
Siz mi? Peki.
Evet.
İlgi alanımızın tamamen dışında,
ancak gezegenimizde yaklaşık
üç milyar kişi
toprak evlerde yaşıyor.
Toprak, Avrupa'da da
en az Afrika'daki kadar
geleneksel bir yapı malzemesi.
Garip olan şu ki
çamura, üniversitelerde
okutulacak kadar değer verilmiyor.
Bu yüzden Harvard'a toprak getirdim,
(Kahkahalar)
tam olarak 60 ton toprağı
Tasarım Yüksek Okulu'nun
ana binasının önüne yığdım.
Öğrenciler ve akademisyenler
kolları sıvadı,
ellerini toprağa buladı
ve ön alanı insanları buluşturacak
samimi bir yere çevirdiler.
Çocuklar bu yapılara tırmandı,
patenciler rampadan kaydı,
öğrenciler öğle molalarında oturdu.
Özellikle etkileyici olan ise, çok sayıda
insanı duvarlara dokunurken görmekti.
Şehirde dolaşırken binaların
cephelerini pek okşamıyoruz, değil mi?
(Kahkahalar)
(Kahkahalar)
Elbette bu ufak ölçekli bir projeydi
ancak farkındalık yaratmada
ve eğitim konusunda
bir tür akupunktur noktası görevi yaptı.
Oysa, giderek daha çok ülkede
yük taşıyabilen toprak yapıların
inşasına artık izin verilmiyor.
Geleneksel olmalarına ve yüzlerce
yıl dayanmalarına rağmen...
Bu durum, malzemenin zayıflığından değil;
bu tür malzemeyle çalışabilecek
mimar ya da mühendislerin
olmamasından kaynaklanıyor.
Dolayısıyla, her seviyede,
işçiler, mühendisler ve mimarlar için
kesinlikle eğitim şart.
Teknolojik gelişme de
eşit derecede önemli;
meslektaşım, Avusturyalı sanatçı
ve toprak yapılar uzmanı
Martin Rauch'un geliştirdiği
prefabrik yapıtaşları gibi.
Martin, preslenmiş topraktan
yapı elemanları
ve prefabrik yapılara dair
teknikler geliştirdi.
Bu yapı elemanları yalıtım,
ısıtma, soğutma
ve türlü elektrik tesisatı içeriyor.
Çok katlı binalarda katmanlı
olarak kullanılıyor.
Bu, binaların yükseltilmesinde
ve sürecin hızlanmasında önem taşıyor.
İsviçre'deki Ricola Herb Center'da
olduğu gibi.
Ve son olarak, sağlam inşaat projelerine
ihtiyacımız var.
Eski bir malzemenin modern tarzda
kullanılabileceğini
kanıtlayabilmek gerekiyor.
Konu, bir malzemenin ne kadar
eski olduğu değil,
bizim onu bugün bile kullanabilecek
yaratıcı kabiliyete sahip olmamız.
Örneğin, bunlar Çin'de,
Baoxi köyünde inşa ettiğim üç hostel.
Köy, Şangay'dan otobüsle 6 saat mesafede.
Dış çeperi bambudan örülmüş,
içteki nüve ise taş
ve sıkıştırılmış toprak.
Bu, geleneksel bir yapı malzemesi.
Çin Seddi'nin büyük bir kısmı bile,
sıkıştırılmış topraktandı.
Gerçi artık yerine beton kullanılıyor.
Bu trend çok hızlı yayılıyor:
Yalnızca birkaç sene içinde,
Çin; Amerika'nın 20. yüzyılda
kullandığından
daha fazla çimento tüketti.
Doğal yapı malzemelerinin
yerine,
daha fazla güç gerektiren,
enerji-tüketici,
karbondioksit yayan malzemeler kullanımı
küresel ısınmaya da katkıda bulunuyor.
Birçok alternatifimiz var,
çamur, taş, ağaç, bambu
toprak gibi seçenekler
tüm amaçlara etkin şekilde
hizmet edebiliyor.
Örneğin bu, Avusturya'da,
Omicron Electronics için
inşa ettiğimiz bir ofis binası.
Çamur yalnızca gezegen değil
insan bedeni için de sağlıklı
ve ilkel bir teknoloji olmasına rağmen,
yüksek teknolojik performansa sahip.
Toprak duvarlar, nemi doğal olarak
dengeleyerek binanın içindeki
yüksek donanımlı aygıtları koruyor.
Bu gördüğünüz, benim evimin duvarı,
nemlendirici görevi görüyor.
Evimizdeki altı tonluk toprağı;
yalnızca sağlıklı ve sürdürülebilir
olduğundan değil,
kadim sıcaklığını içimizde hissettiğimiz
için de seviyoruz.
Hayalim, Manhattan'da
çamurdan birgökdelen inşa etmek.
(Kahkahalar)
Tabii.
(Alkışlar)
Çok çılgın bir hayal sayılmaz.
Yemen'de, Shibam'daki
çamur kenti düşünün.
16. yüzyılda inşa edildi
ve 500 yılı devirdi.
O kadar zaman önce mümkünse
bugün de mümkün olabilir.
Tüm teknik uzmanlığımızı;
bu kadim malzemelerin,
ihtiyaçlarımız ve hayallerimizi
gerçekleştirmesi için kullanabiliriz.
Dört bir yanımızda
ve ayağımızın hemen altında
müthiş, doğal yapı malzemeleri bulunuyor.
Onları kullanalım.
Gönülden inanıyorum ki
evlerimiz, işyerlerimiz, şehirlerimiz
böylece daha sağlıklı, sürdürülebilir,
daha insancıl
ve daha güzel olacak.
Teşekkür ederim.
(Alkışlar)