Bu fotoğraf
benim yıllar boyunca
öldürmeyi planladığım bir adama ait.
Bu benim babam,
Clinton George "Bageye" (Torbagöz) Grant.
Ona Bageye (Torbagöz) denmesinin nedeni
gözlerinin altındaki torbalardır.
10 yaşındayken kardeşlerim ve ben
sinek öldürücü kağıdın zehrini kazıyıp
kahvesine koymanın,
cam ufalayıp
kahvaltısının üzerine serpiştirmenin,
takılıp boynunu kırması için
merdivenin üzerindeki halıyı
gevşetmenin hayallerini kurardık.
Ama gün gelince o her zaman
gevşek basamağı atlar
kahvesinden bir yudum almadan
ya da yemeğinden bir lokma bile yemeden
evden çıkıp giderdi.
Ve böylece yıllar boyunca
babamın ben onu öldüremeden
ölmesinden korktum.
(Kahkaha)
Annem ona gitmesini
ve geri dönmemesini söyleyene dek
Bageye korkunç bir canavardı.
Hep bir öfke krizinin eşiğinde olurdu,
gördüğünüz üzere ona çekmişim.
Geceleri Luton'da Vauxhall Motors'da çalışırdı
ve evde çıt çıkmamasını buyururdu.
Biz de öğleden sonra
15:30'da eve geldiğimizde
televizyonun yanında toplanır
ve bir kasa hırsızı edasıyla
ses kontrol düğmesini
televizyonun sesi duyulmaz
hale gelinceye dek kısardık.
Ve zaman zaman
evde o kadar çok "Şşşş" ve "Şşş"
sesleri olurdu ki
sanki okyanusun yüzeyinde
sessizce süzülen
bir Alman denizaltının
mürettebatı olduğumuzu
ve HMS Bageye'ın
en ufak bir kargaşada
ölüm cezası vermeye hazır
devriye gezdiğini hayal ederdim.
Buradaki ders,
"Evde veya evin dışında,
asla üzerine ilgi çekme" idi.
Belki de bu göçmenlere özgü bir derstir.
Biz hep radarın altında olmalıydık,
yani aslında Bageye ve bizim,
biz ve Bageye'ın arasında pek bir iletişim yoktu.
Duymayı en sevdiğimiz ses,
hani küçükken hep babanızın eve gelmesini
ve herkesin mutlu olmasını istersiniz
ve kapının o açılma sesini beklersiniz ya,
bizim dört gözle beklediğimiz ses
kapının kapanmasıydı.
Bunun anlamı gittiği ve
asla geri dönmeyeceğiydi.
Ve böylece otuz yıl boyunca
ne ben babamı gördüm, ne de o beni.
Otuz yıl boyunca birbirimizle konuşmadık
ve sonra, birkaç yıl önce
sahne ışıklarını ona
çevirmeye karar verdim.
"İzleniyorsun.
Evet, izleniyorsun.
İzleniyorsun."
Bu bize söylediği bir sözdü.
Bize defalarca, üst üste bunu söylerdi.
Yıl 1970'ler, Vauxhall Motors için çalıştığı
Luton'daydık
ve o Jamaikalı'ydı.
Aslında demek istediği
sen, Jamaikalı bir göçmenin oğlu olarak,
izleniyorsun.
Ne yöne gittiğini,
ev sahibin olan devletin senin hakkında yarattığı
sormusuz, tembel, suç işlemeye eğilimli
stereotipine uyup uymadığın izleniyor.
İzleniyorsun,
o halde senden beklentilerini yık.
Bu amaçla Bageye ve arkadaşları
çoğu Jamaikalı olan arkadaşları,
Jamaika'yı en iyi şekilde gösterirlerdi.
Dünyaya en iyi tarafını dön,
dünyaya en iyi yüzünü göster.
Eğer 40'lı ve 50'li yıllarda
Karayipliler'in gelişine ait
bazı fotoğraflara rastladıysanız,
birçok erkeğin fötr şapka taktığını
fark etmişsinizdir.
Jamaika'da fötr şapka
takmak gibi bir gelenek yoktu.
Bu geleneği buraya gelirken icad ettiler.
Kendilerini algılanmak istedikleri
biçimde göstermek istiyorlardı.
Bu yüzden görünümleri
ve kendilerine verdikleri isimler
onları tanımlıyordu.
Bageye (Torbagöz)
kel ve gözaltı torbaları var.
Tidy Boots (Tertipli Bot)
ayakkabıları konusunda çok titiz.
Anxious (Telaşlı) her zaman telaşlı.
Clock'un (Saat) bir kolu öbüründen daha uzun.
(Kahkaha)
Ve benim favorim Summerwear (Yazlık Giyim)
lakaplı adam olmuştur.
Summerwear 60'ların başında
Jamaikadan bu ülkeye geldiğinde
hava nasıl olursa olsun
yazlık giyinmek konusunda ısrarcıydı
ve hayatları hakkında bilgi edinmeye çalışırken
anneme "Summerwear'e ne oldu?" diye sordum.
"Soğuk algınlığından öldü." dedi. (Kahkaha)
Ama Summerwear gibi insanlar
bize bir tarzının olmasının önemini öğretti.
Belki onlar
medeni görülmediklerini düşündükleri için
tarzlarını abarttılar
ve nesillerinin bu tavrını
veya telaşını bize, bir sonraki
jenerasyona aktardılar.
Bizi o kadar etkilediler ki, çocukken
ne zaman televizyonda veya radyoda
bir siyahinin suç işlediğine dair
bir haber çıksa,
bir soygun, bir cinayet ya da hırsızlık,
anne ve babamızla beraber irkilirdik.
Çünkü onlar insanını rezil ediyordu.
Sadece kendini temsil etmiyordun.
Grubu temsil ediyordun
ve belki senin de bu şekilde,
algılanıcağın düşüncesi çok korkunç,
alışması çok zor bir düşünceydi.
Ve bu meydan okunması gereken bir şeydi.
Babamız ve meslektaşlarının çoğu
bir tür iletim sergiliyorlardı.
Yapıları iletmeye uygundu, almaya değil.
Sessizliğimizi koruyorduk.
Babamız bizimle konuştuğu zaman
aklındaki kürsüden konuşurdu.
İnanca öyle yapışırlardı ki
şüphe onlara zarar verirdi.
Ama evimde çalışırken
ve günlerce yazdıktan
sonra aşağı hızla inerim
ve Marcus Garvey veya Bob Marley
hakkında konuşmak için sabırsızlanırım
ve kelimeler ağzımdan
kelebekler gibi çıkar
ve o kadar heyecanlı olurum ki
çocuklarım beni durdurup
"Baba, kimse umursamıyor." der.
(Kahkaha)
Fakat umursuyor, gerçekten.
Ayak yapıyorlar.
Bir şekilde damarınızı bulurlar.
Hayatlarını sizin hayat
hikayenize göre şekillendirirler,
tıpkı benim anne babamdan etkilendiğim gibi
ve belki de Bageye da babasından etkilendi.
Ve anladım ki
hayatına bakışı ve anlayışı yönünden,
dedikleri gibi,
Yerli Amerikalıların dediği gibi,
"Bir adamın pabuçlarında yürümeden
onu eleştirme."
Ama onun hayatını düşününce,
1970'ler İngilteresinde
bir Karayipli yaşamını
betimlemek çok kolaydı.
Plastik meyve kaseleri,
polistiren tavan döşemeleri,
teslimat sırasında gelen
şeffaf kılıflar içinde kanepeler.
Ama asıl zor olan şey,
nesiller arasındaki
duygusal manzarada
gezinmektir.
Ve "İnsan yaşlandıkça
kemale erer" atasözü de
doğru değil.
İnsan yaşlandıkça saygınlık kisvesi
ve rahatsız edici gerçeklerle yüzleşir.
Fakat doğru olan şey ise, ailem
annem ve babam buna razı olmuş,
beni eğitmesi için devlete güvenmemiş.
Nasıl konuştuğuma bakın.
Beni özel okula göndermeye kararlıydılar
fakat babam Vauxhall Motorda çalışıyordu.
Özel okul ücretini karşılamak ve bir sürü
çocuğu doyurmak oldukça zordur.
Giriş sınavına girmek için
okula gidişimi hatırlıyorum.
Babam papaza
- Katolik okuluydu -
çocuk için daha iyi bir
"erkek eğitimi" istediğini söyledi
fakat o, babam,
bağırsak kurtlarını bile bulaştıramadı,
giriş sınavlarını hiç umursamadı.
Fakat eğitimimi karşılamak için
bazı riskli işler yapması gerekiyordu.
Bu yüzden babam eğitimim için
arabasının bagajında yasadışı eşyalar satıyordu.
Bu iş göründüğünden daha alengirliydi çünkü
babam, - bu arada kendi arabasını kullanmıyordu -
Babam araba sahibi olmaya hevesliydi,
fakat babamın dökük bir Mini'si vardı
ve bu ülkeye gelmiş bir Jamaikalı olarak,
hiç ehliyeti olmadı.
Ne sigorta ödedi, ne yol vergisi
ne de muayene parası ödedi.
Düşüncesi şuydu: "Araba kullanmayı biliyorum
devlet onayına neden ihtiyacım olsun?"
Fakat polis bizi çevirince
işler daha da karışıyordu
ve bizi polis çokça çeviriyordu
ve babamın
polislerin hakkından
gelmesine hayrandım.
Polisi hemen terfi ettirirdi.
Öyle ki, Memur Bloggs konuşma esnasında
Müfettiş Dedektif Bloggs olurdu
ve bize hoşca gönderirdi.
Babam Jamaika'da "akıllıyı
kafalamak için aptalı oyna"
dediğimiz şeyi sergiliyordu.
Ama sonra, aslında
polis tarafından alçak görüldüğü
veya küçümsendiği fikri oluştu
- 10 yaşında bir çocuk
olarak bunu gördüm -
ama ayrıca otoriteye karşı
bir duygu çelişmesi vardı.
Yani bir yandan
otorite ile kafa bulunurken
diğer yandan otoriteye karşı
hürmet var.
Ve bu Karayipli insanların
otoriteye karşı ağır bir itaati vardı
ki bu bir anlamda çok çarpıcı ve garip
çünkü göçmenler çok cesaretli insanlardır.
Evlerini terkediyorlar.
Babam ve annem
Jamaika'yı terk etti ve
6000 km yol katetti
ve bu yolculuk onları çocuklaştırdı.
Ürkeklerdi
ve bir yerlerde
doğal düzen tersine döndü.
Çocuklar anne-babasına anne-baba oldu.
Karayipli insanlar bu ülkeye
beş yıllık bir planla geldiler.
Çalışıp biraz para kazanacak
ve sonra geri döneceklerdi.
Fakat beş yıl oldu 10 yıl,
sonra 10 yıl oldu 15 yıl.
Ve bir de bakmışsın ki
duvar kağıdını değiştiriyorsun.
İşte bu noktada, kalıcı olduğunu anlarsın.
Burada kalma konusunda anne-babamızda
bir çeşit geçicilik duygusu olmasına rağmen
biz çocuklar planın
suya düştüğünü biliyorduk.
Sanırım umdukları hayatın
hayallerine devam edemeyecekleri
duygusu oluşmuştu.
Hakikat çok daha farklıydı.
Ve bu, beni eğitmeye çalışma gerçeği için de
geçerliydi.
Babam işe girişmiş idiyse de
devamını getiremedi.
Beni eğitmek anneme kalmıştı
ve George Lamming'in dediği gibi,
bana annem babalık yapmıştı.
Onun yokluğunda bile, onun sözü kalmıştı:
İzleniyorsunuz.
Fakat bu kadar sıkı
ihtiyat endişeye yok açabilir,
öyle ki yıllar sonra,
neden olması gerekenden altı kat fazla
genç siyah adama
şizofreni teşhisi
konuduğunu araştırırken
psikiyatrisin şu söyledikleri
beni hiç şaşırtmadı:
"Siyah insanlar paranoya öğreniyor."
Ve merak ediyorum
Bageye bundan ne anlardı.
Şu anda, benim de 10 yaşında
bir oğlum olduğu için
aklıma Bageye takıldı
ve onu aramaya koyuldum.
Luton'a geri geldi, 82 yaşındaydı.
Onu 30 yıldır görmemiştim.
Kapıyı açtığında
gözleri parlayan
bu küçük adamı gördüm
ve gülümsüyordu ve onu
hiç gülerken görmemiştim.
Bu benim çok canımı sıkmıştı.
Ama sonra yanındaki Karayipli
bir arkadaşıyla oturduk ve
eski günlerden konuştuk.
Ve babam bana sanki
keşke ortaya çıktığım gibi
mucizevi bir şekilde
kaybolsa der gibi baktı.
Ve arkadaşına dönerek şöyle dedi:
"Bu çocukla aramızda derin,
derin bağlantı var,
derin, derin bağlantı."
Fakat bu bağlantıyı hiç hissetmedim.
Bir titreşim varsa da, çok zayıftı
veya hiç yok gibiydi.
Ve bu görüşmemiz sırasında
babamın oğlu olmak için
seçmeye katılmış gibi hissettim.
Kitap çıktığında,
ulusal gazetelerde
insaflı incelemeler yapıldı.
Fakat Luton'da takip edilen
gazete "The Guardian" değil
"Luton News" gazetesidir.
Ve "Luton News"
kitabı manşetten verdi.
"32 Yıllık Dargınlığı İyileştirebilecek Kitap."
Ve ben anladım ki bu kitap
ben ve babamın nesli gibi
iki nesil arasındaki dargınlığı temsil edebilirdi.
Fakat Karayipli yaşamında hatırat veya
biyografi gibi gelenekler yoktur.
İnsanların içinde iş konuşmamak bir gelenekti.
Ama bu başlığı hoş karşıladım
ve düşündüm ki, evet,
bu, daha önce
hiç yapmadığımız konuşmaları
yapma imkanı doğurabilir.
Belki de bu kitap nesil farkını kapatacak.
Bu bir tamir aracı olabilirdi.
Ve hatta babamın bu kitabı
anne babaya bir bağlılık eylemi olarak
görebileceğini hissetmeye bile başladım.
Kendini kandıran, zavallı aptal.
Kusurlarının gözler önüne serilmesi
Bageye'nin canını yakmıştı.
Benim ihanetim onu incitti
ve ertesi gün gazeteye giderek
cevap hakkı talep etti.
Ve bunu şu başlıkla aldı:
"Bageye Karşılık Verdi."
Ve bu ihanetimin bir sonucu oldu.
Artık onun oğlu değildim.
Kendi zihninde renkdaşlarına
leke sürüldüğünü düşündü
ve buna izin veremezdi.
İtibarını geri kazanmalıydı,
o da öyle yaptı
ve başta hayal kırıklığına
uğramış olsam da,
zamanla bu tutumunu takdir ettim.
Hâlâ damarlarında ateş püskürüyordu,
82 yaşında olmasına rağmen.
Ve eğer bu, 30 yıllık sessizliğe
geri döneceğimiz anlamına geliyorsa,
babam şöyle derdi:
"Öyleyse öyle olsun."
Jamaikalılar size gerçekler diye
bir şeyin olmadığını söyleyecektir,
sadece çeşitler vardır.
Hepimiz kendimize yaşayabileceğimiz
en iyi hikayenin
çeşitlerini anlatıyoruz.
Her nesil, isteksizce veya
bazen sökemediği bir anıt
inşa eder.
Fakat benim yazdığım hikaye
değişmeye başladı
ve benden kopmaya başladı.
Babama olan nefretimi kaybettim.
Artık onun ölmesini veya
onu öldürmek istemiyordum.
Ve kendimi özgür hissettim,
daha önce hissetmediğim kadar özgür.
Ve merak ettim, acaba bu rahatlık
ona taşınabilirmiydi.
Bu ilk görüşmemizde,
çocukluğuma dair
çok az fotoğrafım olduğu
aklıma geldi.
Bu fotoğrafta
dokuz aylığım.
Fotoğrafın orjinalinde
babam Bageye'nın kucağındayım
ama boşandıklarında annem
onu hayatımızdan tamamen çıkardı.
Bir çift makas aldı ve onu
her resimden keserek çıkardı
ve yıllarca kendime bu fotoğraf
hakkındaki gerçeği anlattım.
O da yalnız
ve desteksiz olduğundu.
Fakat bu fotoğrafa
bakmanın başka bir yolu var.
Bu fotoğraf tekrar görüşme potansiyeline sahip.
Babamla tekrar bir araya gelme potansiyeline.
Ve babamın beni tutmasına olan özlemimle
onu ışığa tuttum.
O ilk tekrar buluşmamız
çok garip ve gergin anlardı
ve bu gerilimi azaltmak için
yürüyüşe çıkmaya karar verdik.
Ve yürürken, kalakaldım.
Şu an babamdan uzun olamama rağmen
birden o çocuk olmuştum.
Babamdan 30 santim kadar uzundum.
Hâlâ o büyük adamdı
ve adımlarına yetişmeye çalıştım.
Ve fark ettim ki sanki hâlâ
gözetim altındaymış gibi yürüyordu,
fakat yürüyüşüne hayran kalmıştım.
F.A. Kupası Finalini
kaybeden taraftaki adam gibi yürüyor,
teselli madalyasını almak üzere
basamakları tırmanıyordu.
Yenilgide onur vardı.
Teşekkür ederim.
(Alkışlar)