Şimdi, bir anlığına hayal etmenizi istiyorum, savaşın ortasında bir askersiniz. Belki bir Roma piyadesi, belki de Ortaçağ bir okçusu ya da bir Zulu savaşçısısınız. Yer ve zaman gözetilmeksizin değişmeyen bazı şeyler vardır. Adrenalininiz yükselir ve hareketleriniz içgüdüsel refleksleriniz tarafından yönlendirilir, kendinizi ve çevrenizi korumak için ve de düşmanı yenebilmek için bulunan kökleşmiş refleksler. Şİmdi ise, bambaşka bir rol oynadığınızı hayal etmenizi istiyorum, bir izci rolü. İzcinin görevi saldırmak ya da savunmak değildir. İzcinin işi anlamaktır. İzci yola çıkar, etrafı haritalandırır, potansiyel engelleri belirler. İzcinin öğrenmeyi umduğu şey, bir nehrin karşısındaki uygun bir yerde bulunan bir köprüdür. Fakat her şeyden önce, izci orada gerçekten ne olduğunu olabildiğince kesin bir şekilde bilmektir. Gerçek bir orduda, asker de izci de esastır. Fakat iki rolü de günlük hayatımızda bilgi ve fikirleri nasıl işlediğimizin bir metaforu olarak düşünebiliriz. Bugün tartışacağım şey ise, iyi muhakeme edebilmenin, tutarlı öngörülerde bulunmanın, iyi kararlar vermenin, çoğunlukla hangi zihniyette olduğunuz ile ilgili olması. Bu zihniyeti örneklendirebilmek için, sizi 19. yüzyıl Fransa'sına götüreceğim, bu zararsız kâğıt parçasının tarihteki en büyük politik skandalı başlattığı yere. 1984 yılında Fransız Genel Kurmay subayları tarafından keşfedilmişti. Atık kâğıt kutusunda parçalanmıştı, fakat bir araya getirilince, fark edildi ki, aynı rütbeden birisi Almanya'ya askeri sırları satıyordu. Büyük bir soruşturma başlatıldı ve şüpheler hızlıca tek bir kişiyi gösterdi, Alfred Dreyfus. Temiz bir sicili vardı, geçmişte yaptığı bir yanlışı yoktu, sırları satmak için bir sebebi yoktu. Fakat Dreyfus o rütbedeki tek Musevi subaydı ve maalesef ki Fransız ordusu o sırada fazlaca Musevi karşıtıydı. Dreyfus'un el yazısı, nottaki el yazısı ile karşılaştırıldı ve de uyuştuğuna karar verildi. Dışarıdan bakan profesyonel el yazısı uzmanları benzerlikten çok da emin değildi ama bunu kafanıza takmayın. Dreyfus'un dairesine gittiler ve casusluk işaretleri için aramalar yaptılar. Dosyalarını incelediler ve hiçbir şey bulamadılar. Bu onları Dreyfus'un yalnızca suçlu olduğuna değil, delilleri onlar bulmadan önce sakladığı için sinsi olduğuna da ikna etmişti. Sonra, suçlayıcı detaylar için kişisel tarihine baktılar. Öğretmenleriyle konuştular, okulda yabancı diller okuduğunu öğrendiler, bu da ileriki hayatında yabancı devletler ile gizlice anlaşma isteğini açıkça gösterdi. Aynı zamanda öğretmenleri Dreyfus'un çok iyi hafızası ile tanındığını söyledi, ki bu da şüpheliydi, değil mi? Biliyorsunuz, bir casusun birçok şeyi hatırlaması gerekir. Sonuç olarak dava duruşmaya gitti ve Dreyfus suçlu bulundu. Sonrasında Dreyfus'u meydana götürdüler, ritualistik olarak üniformasından rütbelerini söktüler ve kılıcını ikiye ayırdılar. Bunun adı Dreyfus'un aşağılanışıydı. Güney Amerika kıyılarındaki çorak bir kaya parçası olan Şeytan'ın adasında hayat boyu hapis cezası verdiler. Dreyfus oraya gitti ve günlerini yalnız bir şekilde, Fransız hükûmetine yazdığı mektuplarda onlara davasını tekrar açmaları ve masumiyetini keşfetmeleri için yalvardı. Genel olarak Fransa konuyu kapanmış varsaydı. İlginç olan şey ise, subayların neden Dreyfus'un suçlu olduğuna bu kadar çok ikna olmalarıydı. Yani, ona komplo kurduklarını, iftira attıklarını bile varsayabilirsiniz. Fakat tarihçiler böyle düşünmüyor. Bildiğimiz kadarıyla, subaylar Dreyfus'a karşı olan davanın güçlü olduğuna inanıyorlardı. Bu da bizi merak ettiriyor: İnsan zihni bu kadar değersiz delilleri, bir insanı mahkûm etmek için nasıl yeterli bulabilir ? Bilim adamları bu meseleye "Gerekçeli muhakeme" adını veriyor. Bu hadisede bilinçaltı motivasyonlarımız, tutkularımız, korkularımız bilgiyi yorumlayışımızı şekillendiriyor. Bazı bilgiler, fikirler dostumuz gibiler. Kazanmalarını isteriz, onları müdafaa etmek isteriz. Bazı bilgiler ise düşmanlarımızdır ve de onları vurmak isteriz. Bu sebeple ben "Gerekçeli muhakeme" yerine "Askeri zihniyet" diyorum. Muhtemelen hiçbiriniz Fransız-Musevi bir subaya yüksek ihanet sebebiyle zulüm etmediniz, öyle umuyorum. Fakat belki politika veya spor takip ediyorsunuz, fark etmiş olabilirsiniz ki hakem sizin takımınıza faul verdiğinde, örneğin, o kadar hırslısınız ki hakemin yanlış karar verdiğini düşünüyorsunuz. Fakat hakem diğer takıma faul verdiğinde -- harika! İyi bir karar, detaylarını incelemeyelim diyorsunuz. Ya da belki de tartışmalı bir politikayı inceleyen bir araştırma ya da makale okudunuz, ölüm cezası gibi. Araştırmacıların ortaya koyduğu gibi ölüm cezasını destekliyorsanız ve de araştırma bu cezanın etkisiz olduğu yönündeyse, o zaman bu araştırmanın kötü hazırlandığına inanmak için yüksek bir şekilde motivesinizdir. Ama bu araştırma, ölüm cezası işe yarıyor diyorsa, iyi bir araştırmadır. Ölüm cezasını desteklemiyorsanız da aynı şekilde. Sağduyumuz hangi tarafın kazanmasını istiyor olmamıza göre bilinçsiz bir şekilde etkileniyor. Bu duruma çok sık rastlanıyor. Bu bizim sağlığımızı, ilişkilerimiz hakkındaki düşüncelerimizi ve nasıl oy vermeye karar verdiğimizi ve de nelerin adil veya etik olduğunu düşündüğümüzü şekillendiriyor. Gerekçeli muhakemenin ya da askeri zihniyetin bana en korkunç gelen kısmı ise, bilinçsizce yapılması. Objektif ve adil olduğumuzu düşünsek de masum bir insanın hayatını yerle bir edebiliriz. Fakat, neyse ki Dreyfus için hikâye burada bitmiyor. Bu Albay Picquart. Fransız ordusundaki bir başka yüksek rütbeli subay ve diğer birçok insan gibi o da Dreyfus'u suçlu sandı. O da ordudaki birçok insan gibi Musevi karşıtıydı. Fakat bir noktada Picquart şüphe duymaya başladı: "Ya hepimiz Dreyfus hakkında yanılıyorsak?" Olan şuydu ki, Picquart, Almanlar için Dreyfus hapse girdikten sonra da yapılan casusluğun devam ettiğini keşfetti. Bir de ordudaki başka bir subayın el yazısının kâğıt parçasındaki yazıyla mükemmel bir şekilde eşleştiğini ortaya çıkardı. Dreyfus'un el yazısından daha çok benziyordu. Bu bulguları üstlerine götürdü fakat ya umursanmadı ya da bulguları açıklamak için karmaşık açıklamalar yapıldı, "Bize tek gösterdiğin, Dreyfus'un yazısını taklit edebilen bir başka casusun daha olduğu ve Dreyfus'un bıraktığı yerden meşaleyi devraldığı. Ancak Dreyfus hâlâ suçlu dediler." Sonuç olarak, Picquart, Dreyfus'u temize çıkardı. Fakat bu iş 10 yılını aldı ve bu sırada kendisi de orduya itaatsizlik sebebiyle hapse girdi. Birçok insan Picquart'ın bu hikâyenin kahramanı olmadığını düşünüyor, çünkü o da bir Musevi karşıtıydı, buna katılıyorum. Fakat kişisel olarak, Picquart'ın Musevi karşıtı olması, yaptıklarını daha da takdire değer kıldığını düşünüyorum, çünkü o da diğer subaylar gibi aynı önyargılara sahipti. Fakat gerçeği açığa çıkarma isteği diğer her şeyin önüne geçti. Yani bence, Picquart, "İzci zihniyet" için örnek bir kişi. Bir fikrin kazanması ya da kaybetmesinden ziyade, olabildiğince dürüst bir şekilde gerçekte ne olduğunu görebilme güdüsü, hoş, rahat ya da keyifli olmasa bile. Bu zihniyet benim şahsen tutkulu olduğum zihniyet. Geçtiğimiz birkaç yılı bu zihniyete sebep olan şeyleri araştırarak geçirdim. Neden bazı insanlar, en azından bazen, kendi önyargıları ve motivasyonlarının üstünden geçerek ve gerçekte ne olduğunu ve delilleri olabildiğince objektif bir şekilde görebiliyorlar? Cevap duygusal. Asker zihniyet nasıl duygulara savunma ve kabilecilik gibi kök salmış durumdaysa, izci zihniyet de öyledir. Yalnızca farklı duygulara kök salmıştır. Mesela, izciler meraklıdır. Yeni bilgiler ya da bir bulmacayı çözme güdüsü öğrendiklerinde, keyif duyduklarını söylemeleri olasıdır. Beklentileriyle çelişen bir şeyler karşılarına çıktığında, kafaları karışabilir. İzciler farklı değerlere sahiptirler. Kendi inancınızı test etmenizin erdemli olduğunu söylemeleri olasıdır ve de fikir değiştiren birinin güçsüz gözüktüğünü söylemeleri bir o kadar olası değildir. Her şeyden öte, izcilerin ayağı yere basar, bu demektir ki bir birey olarak kişisel değerleri bir konu hakkında nasıl haklı ya da haksız oldukları ile alakalı değildir. Yani ölüm cezasının işe yaradığına inanabilirler. Eğer araştırmalar cezayı işe yaramaz gösteriyorsa, "Ah, yanılmış olmalıyım, kötü ya da aptal olduğumu göstermez" diyebilirler. Araştırmacıların bulduğu bu kişisel özellik kümesi ve ayrıca benim bulduğum anektod iyi muhakemeyi öngörüyor. Size bu kişisel özellikler ile iligili aktarmak istediğim nokta; hiçbir zaman ne kadar zeki olduğunuz ya da ne kadar bilgili olduğunuz ile alakası olmamasıdır. Aslında IQ ile hiçbir ilgisi yok. Nasıl hissettiğinizle alakalı. Dönüp dolaşıp geldiğim "Küçük Prens"'in yazarı olan Saint-Exupery'nin bir sözü vardır, “İnsanlara gemi yaptırmanın yolu, onlara marangozluk öğretip görev ve programlar vermek değil, engin denizlerin özlemini aşılamaktır.” Diğer bir deyişle, birer birey ve toplum olarak muhakeme yeteneğimizi geliştirmek istiyorsak, ihtiyacımız olan son şey talimat verme mantığı ya da boş laf ya da ihtimaller ya da ekonomidir, bu şeyler çok önemli olsa bile. Ancak en çok ihtiyacımız olan şey ise, izci zihniyetinin prensibleri. Hissetme şeklimizi değiştirmeliyiz. Bir konu hakkında yanıldığımızı fark ettiğimizde, utanç duymak yerine gurur duymayı öğrenmeliyiz. İnançlarımıza karşıt bir şeyler ile karşılaştığımızda, defansif olmak yerine kafa karışıklığı hissetmeyi öğrenmeliyiz. Size bırakmak istediğim soru ise: En çok özlem duyduğunuz şey nedir? Kendi inançlarınızı savunmayı istiyor musunuz? Ya da dünyayı olabildiğince berrak bir şekilde görebilmeyi istiyor musunuz? Teşekkür ederim. (Alkışlar)