Merhaba. Selam. Size bugün bir davetim var. Sizi bir soruyu cevaplamaya davet ediyorum. İyi haber şu ki bu soru gerçekten basit. Sorudaki sözcükler çok basit. Kötü haber ise, aynı soruyu insanlar binlerce yıldır kendi kendine cevaplamaya çalışıyor. İnsanlar hayatlarını bu soruyu cevaplamaya adıyor bu soru için savaşıyor ve bazen bu soruya verdikleri cevabı savunmaya hayatlarını veriyor. Ve sorumuz şu: Özgürlük senin için ne anlama geliyor? Özgürlüğün sözlüklerdeki tanımından bahsetmiyorum. Özgürlüğün ne olduğu konusunda akademik ve hatta entelektüel bir konuşma yapacak değilim. Demek istediğim; senin için anlamı ne? Senin hayatındaki anlamı ne? Çok iyi biliyorum ki bu soru hayatını değiştirme potansiyeline sahip bir sorudur çünkü bu soru, benim ve karımın üç yıl önce kendimize sorduğumuz sorudur. Özgürlük hakkında konuşmak için zamanlamamız biraz uygunsuzdu. Kızım Milligan'ı hastaneden eve getirdiğimiz geceydi. Yeni ebeveynler olarak 30-40 dakika ya da her ne kadar sürdüyse onu beşiğinde uyutmaya çabaladık. Ve daha sonra zombi gibi mutfak masasına doğru yürüdük. Oturduk ve ona dönüp şöyle dedim "Tatlım, seninle bir şey konuşmam gerekiyor." (Kahkahalar) Bunun bir konuşmaya başlamada olası en berbat yöntem olduğunu evlilikteki beşinci yılımdan sonra öğrendim. (Kahkahalar) Ve şunu dedim "Seninle özgürlük hakkında konuşmak istiyorum." Yüzünün ne hâle geldiğini ve ne cevap verdiğini tahmin edersiniz. Bazılarını burada tekrarlamam mümkün değil. Fakat konuşmaya devam ettikçe konunun zamanlamasının aslında lehimize olduğunu anladık. Çünkü hayatımızın o döneminde eksikliğini hissettiğimiz bir şey varsa o da açıklıktı. Bu, biraz geriye çekilip hayatımızı nasıl yaşadığımızı ve bunun gerçekten istediğimiz şeylerle uyumlu olup olmadığını analiz etme yeteneği idi. Biz finansal yaşamımızla başladık. Sanırım finansal yaşamımızın şu basit soruya indirgendiğini söyleyebilirdik. Şuna "Evde yenilemek istediğimiz sıradaki şey ne?" Bu konuşmayı hiç yaptınız mı? "Kanepeyi yenilemek gerekir mi yoksa para biriktirip yeni bir mutfak masası mı alalım?" "Semti değiştirip daha iyi bir daireye mi taşınalım, yoksa daha düz ekran bir TV alıp bu günlük bitirelim mi?" O andaki finansal yaşamımız buydu. Ve o zaman borçlarımızın görüntüsü de sürpriz sayılmazdı. 20'li yaşlarımızdaydık. Üzerimizdeki devasa öğrenci kredisi borçlarını hiç hesaba katmadan yeni evliler ve yeni ana babalar olarak 18.000 dolar tüketici kredisi borcumuz vardı. Dört kredi kartımız, mağaza kartlarımız, iki otomobil kredimiz vardı. Evlenirken aldığım mücevher, takı kredi borcu. Aileden aldığımız borçlar. Borç alırken, ev kredisi hariç her çeşitten borcumuz var diyerek espri yapardım. Ve tahmin edin ne yapıyorduk? Ev bakıyorduk. Hayatımızın en hareketli zamanlarıydı. Yeni bir iş kurmuştum, haftada 80 saat çalışıyordum Courtney kolejden yeni mezun olmuştu yeni bir öğretmen olarak derslere başlamıştı; hayatımızda daha yoğun bir dönem olamazdı. Ve biz ev kredisi araştırıyorduk? Bu mantıklı gelmedi. Milligan'ı eve getirdiğimiz o gece bir an durdum ve bana bir berraklık geldi. Gördüğüm şey, hayatımızı biçimlendiren senaryoya göre yapacağımız sıradaki şey buydu. Ama bu senaryoyu biz seçmemiştik, senaryo bizi seçmişti. Neden o bizi seçmişti çünkü bu soruya cevap vermek istemiyorduk. Eğer hayatınızda bu soruya siz cevap vermek istemezseniz bir şirket bir kişi, bir devlet, bir varlık bu soruya sizin yerinize seve seve cevap verecektir. Bir gün uyanacaksınız ve hayatınızı bir senaryoya göre yaşadığınızı fark edeceksiniz. Bağlantıyı kurabiliyorsanız işlerin biraz böyle gittiğini anlarsınız. İlk ve orta okulda bize nasıl öğreneceğimiz öğretildi. Nasıl daha iyi öğreneceğimizi öğrendik. Ama devam edip liseye gittik ve orada not önemli olmaya başladı, eğer lise boyunca iyi notlar alırsan üniversiteye gidip on binlerce dolar borçlanma ayrıcalığına sahip oluyorsun. Üniversitede bir sürü şey yapıyor ve bittiğinde bu diplomayı, bu kağıt parçasını alıyorsun ve bununla birlikte, iyi ücretli, düzenli bir iş vaadi geliyor. Daha sonra bu işte çalışır bir daire alır ve onu ıvır zıvırla doldurabilirsin. Eğer üniversitede birini tavlayamadıysan içi ıvır zıvırla dolu dairenle şimdi kesin tavlarsın. İki üç yıl sonra da çocuğun olabilir terfi edebilirsin ve daha iyi bir eve geçersin. Bu döngüye, vaadedilen topraklara, emekliliğe ulaşana kadar hayatının sonraki 30-40 yılı devam edersin ve çok çalışmanın karşılığını alırsın. Bu senaryonun özünde hiçbir yanlış yok, tabii istediğin buysa. O mutfak masasında, hayatımızı bu ön tanımlı senaryoya göre yaşadığımızı fark ettik ve biz bunu istemiyorduk. Böylece soruyu sorduk "Ne istiyoruz?" Bunu keşfetmek biraz zaman aldı ama temiz bir başlangıç istediğimizi anladık. Hayatımızdaki ve evimizdeki bütün ıvır zıvırdan kurtulmak istiyorduk. Bütün bu aldıklarımız, yenileri, yeni versiyonları, hepsini temizlemek istiyorduk. Yanımızda taşıyabileceğimiz iki sırt çantası kalana kadar bütün eşyaları satacaktık. Sorumsuz harcamalarımızı temsil eden 18.000 dolarlık tüketici kredisini kapatacaktık ve bir yıl Avustralya'yı genç bir aile olarak sırt çantasıyla dolaşacaktık. Belirlediğimiz tutkulu amacımız buydu. Bir yıl sonra karım Courtney bu resmi çekti. Ben ve kızım Milligan. Şimdi üç buçuk yaşında resimde bir yaşındaydı. Indianapolis, Indiana'da pistteki bir uçakta oturuyoruz. Mutfak masası ve bu resim arasındaki yıl zor bir yıldı. pek çok şeyi analiz etmemiz ve içimize, kendi resmimize bakmamız gerekti, bu insanların görmesini istediğimiz ve yansıttığımız bir resim değildi. Buna ulaşmak için pek çok alışkanlığı ve inancı değiştirmek zorunda kaldık ama bunu başarabildik. Bu uçağa bindiğimizde adımıza kayıtlı eşyayla dolu iki sırt çantamız vardı, başladığımız 18.000 doların hiç biri yoktu ve Avustralya'ya gidiyorduk. Indianapolis'ten, Chicago'ya Chicago'dan Los Angeles'a; Los Angeles'ta mola ve Sydney'e uçtuk. Avustralya'da Sydney'den Cairns'e gittik Büyük Mercan Resifinin olduğu bölgede bir sahil şehri. Bir yaşındaki bir çocukla 28 saat art arda uçmak. (Kahkahalar) İndiğimizde nasıl göründüğümüze dair fotoğrafları gösterirdim ama bir aile anlaşması yaptık bu resimleri asla kimse görmeyecek. (Kahkahalar) Ama size seyahatimizden bir resim daha göstereyim oturup bir slayt gösterisi yapmayı isterdim ama bir tane daha göstereyim, bunu. Yine, karım çekmiş, gördüğünüz gibi çok iyi bir fotoğrafçı, Townsville açıkları, seyahatimizin üçüncü, dördüncü haftası. Magnetic Island isminde küçük bir ada Magnetic Island'da küçük bir otelde kalıyoruz, oraya feribotla ulaştık. 30 dakikalık bir doğa yürüyüşü yapıyoruz, yürüyüş sırasında önümüzden valabiler koşuyor, ağaçta annesiyle beraber yavru bir koala. Sanki bir filmde gibiydik. Yürüyüşte zirveye ulaştığımızda bu ıssız ve özel plaja baktık ve o anda anladım. Daha önce hissetmediğim bir duyguydu ama bir ton tuğla gibi indi. Hayalimizi yaşadığımızı fark ettim. Yanlış anlamayın, ne yaptığımızı bilmeden yaptığımız uzun bir liste vardı ve o anda bile, özellikle bir çocukla seyahat ederken hâlâ öğreniyor ve keşfediyorduk. Ama iyisiyle kötüsüyle inişi ve çıkışıyla da olsa senaryoyu yazanlar bizdik; sonunda hayatlarımızı kendimiz yönetiyorduk. Buradaki herkesin eşyalarını satıp Avustralya'yı sırt çantasıyla gezmek istemeyeceğini biliyorum. Bizim üç yıl önceki özgürlük tanımımız buydu. Ve şimdi değişti bile. Ama şunu biliyorum ki sen de hayatındaki özgürlük tanımını yapmalısın ve anlamak için bugünden başlayarak adım atmalısın. Bu pek çok kişi için nereden başlar? Tam buradan, ıvır zıvırlardan başlar. Şu çer çöpe bakın, taşıyor neredeyse! Neredeyse evin önündeki arabaya kadar taşmış. Şimdi bu biraz aşırı bir örnek gibi görünebilir ama biraz düşünürsek... Kaçınızın arkadaşlarının garajları, misafir yatak odaları ıvır zıvır dolapları, elbise dolapları bundan çok da farklı görünmüyor? Aslında bu o kadar abartılı bile değil. Bu neredeyse normal oldu. Ama size bir sorum var: Bu kişi işten çıkarılırsa ne olur? Başka bir şehirden daha iyi bir iş teklifi aldıklarında ne olur? Hayatlarında ortaya çıkan fiziksel, duygusal veya finansal bir duruma uyum sağlamaları gerekirse ne olur? Cevap, en iyi ihtimalle kısıtlanırlar. Çünkü hayatlarına yığdıkları ıvır zıvır miktarı yüzünden bu tür bir değişime uyum sağlamada geri kalırlar, tıkanırlar, sıkışırlar. Ama bir çıkış noktamız var, küçük, temiz bir numara, bütün bu ıvır zıvırla birlikte bir değişime mecbur kaldığımızda: Onları buraya koyarız. (Kahkahalar) Görüyor musunuz ne yaratıyoruz; yeni ıvır zıvırlar alabilmek için eski ıvır zıvırları depoladığımız milyar dolarlık bir sektör. (Kahkahalar) Şunu bir düşünün. Sadece ABD'de 204.000 metrekare depolama alanı var. Bu akıl almaz bir rakam. Amerikadaki kapalı depolarda gerekirse bütün erkek kadın ve çocuklar bu şekilde yan yana durabilir. Peki, bunun anlamı ne? Yeni şeyler satın almaya neden bu kadar saplantılıyız ve aynı zamanda eskilere de bağlı kalmaya istekli? Bu bağımlılığı nasıl geliştirdik. Çünkü sanıyorum bize bir palavra yutturdular. Bu palavra, hayatta bir şeylere sahip olmanın eşyalarla dolu bir çevrede yaşamayı amaç edinmenin bize büyük bir güven sağlayacağıdır. Hatta çoğumuz daha da ileri gidip bunun mutluluk vereceğini söyler. Eşyayı amaç edinince kendimizi eşyalarımızla tanımlamaya başlarız. Kim başarılı kim başarısız kim modern kim değil bunlarla söylüyoruz. Kimin garajı az önce gördüğümüz resimdeki gibi kiminki değil. Yani gerçekten kendimizi fiziksel şeylerle tanımlamaya başlıyoruz. Ama fark ettiğimiz gerçek şu, çoğu insan sonunda hayatının bir noktasında uyanır ve daha fazla şeyin hayatındaki daha fazla ıvır zıvırın kendisine güven sağlamayacağını ve kesinlikle mutluluk vermeyeceğini anlar. Aslında tam tersinin doğru olduğunu gördük. Courtney ve ben kat kat yığılı eşyaları satmaya devam ederken ve bu gezinin planlarını yaparken bana sık sık şunları soruyorlardı "Bir şeyi sattığına hiç pişman oldun mu?" "Hiç tekrar satın almak zorunda kaldığın bir şey sattın mı?" veya "Hiç sattığına üzülüp geri almak zorunda kaldığın bir şey oldu mu?" Öykümü anlatırken bu soru bana her sorulduğunda samimi olarak düşündüm. Şu anda bile düşünüyorum ve cevap her zaman aynı, "Hayır." Tek bir eşya bile yok. Satarken tek bir kez bile, "Adamım, pişman oldum" demedim. Bir şey sattığımda tek bir kez bile "Şimdi güvensiz hissediyorum" demedim. (Kahkahalar) Tam tersiydi. Ivır zıvır yığınlarını satarken şunu gördük, üzerimizden bir ağırlığın kalktığını hissediyorduk. Daha esnek ve çevik hissediyorduk, hayatımızda ortaya çıkacak olumsuz bir şeyde daha çabuk toparlanacaktık. Fırsatları değerlendirme serbestliğimiz armıştı. Artık fiziksel eşyalarımız yüzünden yavaşlamıyorduk. Sadece bu da değil, diğer insanlara bakmaya başladık ve anladık ki bu insanların kimliği eşyalara dayanmıyordu. Kimlikleri deneyimlere dayanmalıydı. Bu pahalı şeyler, güzel şeyler toplamakla ilgili bir şey değil zengin tecrübeler biriktirmekle ilgili bir şey olmalı. İnsanların ve kendimizin kimliğini hayatımızdaki bir dizi deneyime göre tanımlamalıyız, sahip olduklarımıza göre değil. Ama ayrıca Amerikan rüyası hakkında konuşmak istiyorum. Amerikan rüyasını hepimiz biliriz ve bu artık sadece Amerikan bile değil, bütün dünyada var. Bu fikre göre gerçekten çok çalışırsan şahane bir yaşam tarzı satın alabilirsin. Hâlâ genelde doğru. Çerçevesini çizdiğim ve ileri sürdüğüm gibi tüketimcilik çoğumuz için bir sorundur, evet öyle, eğer eşitlik bu şekilde doğrusalsa, bu kadar basitse çözmek de kolaydır. Daha fazla para mı istiyorsun, ne yapmalısın? Daha az satın al. İşini değiştirmek ve daha az çalışmak mı istiyorsun? Daha az satın al. Basit , neredeyse fazla basit. Gerçekten öyle. Ama son 20 veya 30 yıldır kendimize bir üçkağıt yaptık. Bu eşitliğe onu çok daha zararlı kılan bir şey ekledik. Bir şey satın almadan önce çok çalışmamıza gerek bırakmayan bir şey ve artık o yaşam tarzı için çalışmak zorunda değildik; ona hemen ulaşabilirdik. Ve tabii ki neden bahsettiğimi biliyorsunuz- kredi. Böylece almak; bu şahane hayatı çalışmadan satın almak için hepimiz borçlandık. Gençken yaptık, yaşlılıkta yaptık -bu kural hâline geldi. Borç olgusu şu ya da bu biçimde binlerce yıldır var ama bunu son 20-30 yıldır mükemmel hale getirdik. Mükemmelleştirip gündelik hayata soktuk. Mükemmelleştirip gündelik rutin haline getirdik. Bunun getirdiği şey ise o hayat biçimini satın almaya çıktık ve yaptığımızın haklılığını savunurken -haklı çıkmakta iyiyizdir- işe gidip çalışacağız ve bu nedenle bu hayat tarzını şimdi satın alıyoruz ve çalıştıkça borçlarımızı ödeyeceğiz dedik. Yani bu bizi sürekli aynı işte çalışmaya zorluyor. Eğer işinizi seviyorsanız bu şahane. Ancak çoğumuz işini sevmiyor. Aslında çoğumuz işinden şiddetle nefret ediyor. Ve değiştirme esnekliğimiz yok çünkü borca batmış durumdayız. Artık sadece faturaları değil borçları da ödemek zorundayız ve bu nedenle zaten nefret ettiğimiz işe geri dönüp daha çok çalışıyoruz. Gezegendeki bu stres için, borçlarınızı ödeyebilmek için uyanık kaldığınız saatlerin çoğunda nefret ettiğiniz bir işte çalışmaktan daha iyi bir denklem var mı? Stresten bunaldığımız çok açık. Aşırı çalıştığımız çok açık. Peki bu stresle nasıl baş ediyoruz? Çoğumuz stresle iki yolla baş ediyor: Yiyoruz ve satın alıyoruz, değil mi? Günün sıkıntısından satın alarak kaçıyoruz. Bunu hak ettim, çok çalıştım. Böyle savunuyoruz. Bazılarımız kıyafet, bazılarımız cihaz alıyor, çoğumuz işten kaçmak için sıcak yerlerde tatil satın alıyor. Ama baştan paramız yok. Böylece borca batıyoruz. Peki bu kaçışı nasıl ödüyoruz? Daha fazla borçla. Gördüğünüz gibi bu bir kartopu, bir döngü, milyonlarcanız bu tuzağa düştü, bütün dünyada milyonlar tuzağa düştü. Size bugün mesajım, hayatınız bu tuzağın içinde harcanmayacak kadar önemli. Nigel Marsh, Sydney'de bir TED konuşması yaptı ve bunu benden çok daha güzel özetledi. "İhtiyacı olmayan şeyleri satın almak ve hoşlanmadığı kişileri etkilemek için nefret ettiği bir işte çok çalışan ve haykıran bir çaresizlik içinde sessizce yaşayan binlerce ve binlerce insan var. (Kahkahalar) Kendi TED konuşmasında söylediği bu sözleri duyunca neredeyse nefessiz kaldım. Bunu tekrarlamak can yakıyor çünkü çok doğru. Sizden hayal etmenizi istiyorum. Hayatınız nasıl olur hayal edin, bugünden başlayarak eşya değil deneyim biriktirme kararı alsanız hayatınız ne kadar tatmin edici olur? Hayal edin, borçlarınızın baskısı ve ağırlığı olmasa hayatınıza ne kadar çok fırsat ve esneklik gelir. Hepimizin oturup hayal etmesini istiyorum eğer her birimiz her sabah çalar saat çaldığı için değil sevdiği bir işe kendimizi adayarak, heyecanla gerçekten zevk aldığımız bir işte tutkularımızla kurduğumuz bir firmada çalışmak için uyansak bunun yaşadığımız dünyaya nasıl bir etkisi olur? Sorun karmaşık ama çözüm çok basit. Sizi engelleyen fazlalıklardan kurtulun. Hayatınızdaki çöplerden kurtulun. Hayatınızda her gün borca bel bağlamayı bırakın ve böylece önemsediğiniz bir işi yapmakta çok daha özgür olun. Güvene giden yol budur. Mutluluğa giden yol budur. Sizinle bir gözlemimi daha paylaşayım: Farkında mısınız bilmem ama insanlık tarihindeki en hür insanlar biziz. Biliyor musun, şimdiye kadar yeryüzünde dolaşan en hür insanların arasında dolaşıyorsun. Bu hürriyetle ne yapacaksın? Sana verilen bu muhteşem armağanı nasıl kullanacaksın? Tek bir soruyu cevaplamakla başlar: Özgürlük senin için ne anlama geliyor? Bu soruya verilen cevap, bu soruya verdiğin senin eşsiz cevabın hayatını değiştirme gücüne sahiptir. Bu soruya verdiğin benzersiz cevap adım atıp ona izin verirsen dünyayı değiştirme gücüne sahiptir. Yani size davetim, gidip bu soruya kendi cevabınızı bulun bunu yaptığınızda paylaşmaya değer bir fikir olacaktır. Teşekkür ederim. (Alkışlar)