Merhabalar, ben Tony ve film biçemlerini incelediğim "Every Frame a Painting"desiniz. Bugünün filmi Bart Layton'ın yönettiği "Hayat Avcısı" 2012'den. Eğer henüz izlemediyseniz, lütfen söylediklerimden daha fazlasına bakmayın. Hatta bu şeyin türünün ne olduğuna bile bakmayın. Sadece bu videoyu kapayın, Netflix'i açın ve izleyin çünkü bu videoda her şeyin spoiler'ını vereceğim. - "Bu kaydı sonlandırmak için beş saniyeniz var." Hazır mısınız? Beş, dört, üç, iki HAYAT AVCISI Kazmaya başlayalım öyleyse. Bart Layton'ın bir belgesel için yapılabilecek en akıllıca, en basitçe tercihlerden birini yaptığını düşünüyorum, şunu: Bu hikayedeki her özne olağan bir röportaj biçiminde çekilmiş, karenin dışındaki birine bakar haldeler. Kötü adamımız hariç... - "Hatırladığım ilk andan beri, bir başkası olmak istedim." ...o doğrudan bize bakıyor. İşte bu. Bu kadar! Görürsünüz, filmler kötü adamlarda her zaman bir cazibe bulmuştur, ve biz her zaman şu şekilde, doğrudan göz göze bir görüşe sahip oluruz, haydut olsunlar ya da bir yamyam, sosyopat, manyak, Japon kız ya da Leonardo Dicaprio. Ve bir dedektif hikayesi ya da gerilimli bir hikaye merceklere doğru oynandı mı bayılıyorum buna. Jonathan Demme bunu "Kuzuların Sessizliği"nde yaptı, ki maksadı sizi... - "Daha yakına." ...kahramanın gördüklerine getirerek. Yalnızca küçük şeylerle, böyle bir odada daha kısa boylu ve kadın olmanın tecrübesi gibi. - "Gidin şimdi." Ya da Zodiac'tan bu sahnedeki gibi. Bu, katil zanlımızla yapılan ilk sorgu. Üç detektifin her biri şunu anlamaya çalışıyor: Katil bu adam mı? Ve şüpheli bir şey söylediği anda Fincher'ın kesmeleri nasıl yaptığına bakın: - "Peki, bunu kontrol edeceğiz. Hiç Güney Kaliforniya'da bulundun mu?" Ve bu sahnenin doruğu da şu: - "Ben Zodiac değilim. Olsaydım dahi şüphesiz ki bunu size söylemezdim." Film sizin de yargılamanız için şu soruyu soruyor: Bu adam hakkında ne düşünüyorsunuz? Ama kurgu filmlerinde, filmin tamamını film boyunca merceğin içine bakan birileriyle sürdürmek bir hayli zor oluyor. Bu çok fazla oluyor. - "Evet." Ama eğer belgesellere uğrarsanız... - "Baştan almak istemiyorum, çünkü diyeceklerimi gayet iyi biliyorum. - "Devam edin!" - "Tamam." ...Errol Morris'e rastlayacaksınızdır, kendisi bunu sürekli yapıyor. Ona göre, kahraman bakış açısını gerçekleştirmenin kazandırdığı şey onlarla konuşuyormuşçasına bu insanlarla gerçekten de aynı odada olduğunuz hissidir. Ve kendilerini açıkladı mı sizinle göz temasını bozmazlar bu sayede onlarla empati kurmanız çok daha kolay olur. İşte, "Hayat Avcısı"nın kamera kurumu bu. Bu açı bizi kötü adamla aynı odaya koyuyor, yargı için. Ama aynı açı bizi onun ikna edebilirciliğine gerçekten inananabilir kılıyor. Başka bir deyişle, onun kötü adam olduğunu biliyoruz ama bu bizi korumuyor. Eğer yakından izlerseniz, filmde bundan kök salmış bir yığın tercihi daha görürsünüz. Canlandırmaların çoğu hayat avcısının görüş açışıyla çekilmiş. Hatta dudak hareketleriyle bile... - "Cinsel istismara uğradığımı söyleyen ben değildim. Onların bunu bana sormasını sağlayandım." ...geçmiş ve şimdiyi senkronize ediyor. Diğer insanları yukarıdan ya da aşağıdan görürken, burada göz hizasındayız. Ayrıca, buralarda arkaplanda eşyalar mevcut, böylece insanların çevrelerini ve nereden geldiklerini görebiliyorsunuz. Ama hayat avcısının arkaplanı tam manasıyla bulanıklık. Bize kim olduğunu söyleyen bir isim kartı bile yok. Evet, öyleyse bunların tamamı bilinçli yönetmen tercihleri. Ama neden? Neden filmi kötü adamın hikayeyi ve onun nasıl çekildiğini kontrol edeceği bir şekilde kuruyor? Çünkü film sizi kandırmak istiyor. Öyle "Ahan da yakaladım!" şeklinde değil. Sadece, yönetmen sizin de bu adamın ikna yeteneğini tecrübe etmenizi istiyor. Gördünüz, hikayenin çoğunu bize nasıl da diğer insanlara yalan söyleyip herkesi nasıl da kandırdığını anlatmak için sarf ediyor. Öyleyse, onun söylediklerine güvenmememiz gerektiğini biliyoruz. Ama sonra filmin üçte ikilik kısmında, şu kartı oynuyor: Aile neden onu bu kadar kolay kabul etti? Ona çok fazla güvenmiyorlar mıydı? - "Tüm parçaları bir araya getirmek için Columbo olmama gerek yoktu." Ciddiyim, yoksa neden kabul etsinler bu adamı, değil mi? - "Onu öldürdüler." Yok artık! - "Bir kısmı bunu yaptı, bir kısmı bunu biliyordu ve bir kısmı da bunu göz ardı etmeyi seçti." Dur, ne! - "Sikeyim onu!" Bakın, birçok insanın bu davaya olan doğal tepkileri Barclay ailesini küçük görmek olacaktır. Onları aptallarmış ya da kolayca manipüle edilebilirlermiş gibi görmek. Ciddiyim, filmin kendisi bile birkaç koz veriyor: - "Bilirsin, İspanya? Ülkenin ta öbür tarafında gibi değil mi?" Ayrıca, kim öz çocuğunu tanımaz ki? Yani film buna inanmanızı istiyor. Bunu gözünüzün içine sokmuyor, sadece inanmaya çoktan hazır olduğunuz şeye inanmanıza meydan veriyor. Ve sonra siz de aynı tuzağa düşüyorsunuz. Çünkü beyniniz çoktan bunu düşünüyordu, bu adamın yapması gereken tüm şey size bakmak ve bunu onaylamaktı. Film sizi tongaya düşürdü mü düşürmedi mi, bilemem bunu. Şunu söyleyebilirim ki ben kesinlikle düştüm. Ayrıca bence gerçekten bu film aile için de bir hayli empatiye sahip. Doksan dakika boyunca sizin hikayeyi onların tecrübe ettiğiniz şekilde etmenizi sağlıyor: Çılgın bir düğümden ötekisine ta ki siz ne düşüneceğinizi ya da hissedeceğinizi bilmeyene kadar. Ve belki de sonunda, onların nasıl da kandırıldığını biraz daha iyi anlayabiliyorsunuz benim ya da sizin için alenen belli bir şeyce. Ya da belki de anlamıyorsunuz ve kahrolası bir manyaksınız.