Anarşistlerin konu mülkiyete gelince
iyi kazanılmış bir itibarları vardır.
“Oha Starbucks'a saldırıyorlar!”
“Aman tanr-”
“Haydutlar.”
“Ohhhaaaa!”
Hedefli vandalizm ve sabotaj eylemleri, genelde
liberaller, politikacılar ve kurumsal medya
tarafından, akılsız holiganlıktan ibaret
olan bir anarşizmin resmini çizmek için kullanılır.
Ancak bu küçük ölçekli mülke zarar eylemleri,
yüzeysel olarak yanlış yönlendirilmiş öfke patlamaları
veya Starbucks pencereleriyle ritüelci bir
rekabetten daha fazlasını temsil ediyor.
Aslında, bunlar devletin ve bizzat kapitalizmin
felsefi ve hukuki temellerine yönelik daha geniş
bir saldırıya doğru hareket ederler.
İlk anarşist öncü Pierre-Joseph Proudhon, 175 yıldan
daha uzun bir süre önce, "mülkiyet hırsızlıktır"
ifadesini kaleme aldığı zaman, bu gerilimi
özetlemişti.
Tüm iktidar yapıları ideolojiye dayanır.
Bu ideolojiye olan ortak inanç,
iktidar yapılarını yerinde tutan şeydir.
Kapitalizm altında, toplumsal kontrolün gösterişli
yapısı, kolektif özel mülkiyet yanılsaması ve sözde
"serbest piyasa" nın kutsallığı üzerine
inşa edilmiştir.
Bu mantığa meydan okumak için atılacak
herhangi bir adım, bu nedenle sistemin
adanmış amigolarının geri atmalarına neden
olacak ve kesinlikle devletin baskıcı ve
iyileştirici görevlilerinin dikkatini
çekecektir.
Ama deyim yerindeyse ... birkaç yumurta
kırmadan omlet yapamazsınız.
Ve insanların eşyalarını karıştırmadan
kapitalizmi kesinlikle deviremezsiniz.
Peki....o halde, mülkiyet nedir?
Ve anarşistlerin elinde ona karşı ne var?
Mülkiyet, sahipliği ve kontrolü tanımlamanın
bir aracı olarak kullanılan yasal bir kavramdır.
Bu kurallar, günlük hayatımızın yapısına o kadar
yerleşmiştir ki, bunların akışkan, değişken
olduklarını ve insanlık tarihi boyunca birçok
farklı biçime büründüklerini
unutmak kolaydır.
Üç Ateş İttifakı'nın devletsiz Anishinaabe
halklarından, Sovyetler Birliği'nin devlet tarafından
yönetilen devasa işletmelerine kadar, temel
mülkiyet anlayışlarındaki farklılıklar, toplumsal
ilişkilerin, kültürün gelişiminin ve kendi
toplumlarındaki iktidar ve otoritenin işleyişinin
özel karakterini temelden şekillendirmiştir.
Bugün dünyanın çoğu yerinde, ulusal ve kültürel
ayrımlar esas olarak tek bir küresel kapitalist
ekonominin yerel varyasyonları olarak var olur.
Bu imparatorluğun egemen ideolojisi, tüketici
tarafından beslenen bir bireyciliktir
-şirket egemenliğindeki bir özel mülkiyet sistemini
seçim özgürlüğü veya hatta özgürlüğün kendisi ile
eşanlamlı olarak gören bir dünya görüşü.
Elbette ki işler her zaman böyle yürümedi.
Kapitalizm ilk olarak, zengin toprak sahiplerinin,
tüccarların ve finansörlerin artan zenginliği ve
gücünün, mevcut feodal sosyal ilişkiler
sistemini çözmeye ve yerinden etmeye
başladığı Avrupa'da ortaya çıktı.
Bundan önce, insanların hayatta kalması için
ihtiyaç duyulan toprakların ve doğal kaynakların
çoğu bir ortak mal olarak kabul ediliyordu,
yani aslında kimseye ait değillerdi.
Kapitalizmin ilk kök saldığı Hıristiyan
tarım toplumlarında bile, yeryüzünün ve
doğanın tüm cömertliğinin Tanrı'ya ait olduğu
ve yalnızca onun yeryüzündeki temsilcileri olan
Kilise ve monarşi tarafından yönetildiği
yaygın olarak anlaşılmıştı.
Kapitalizme geçiş, büyük ölçekli
metalaştırma yoluyla mümkün oldu.
Marksistler tarafından ilkel birikim olarak da
bilinen bu süreç, esasen devlet onaylı hırsızlık
anlamına gelir.
Acımasız bir salon hilesinde, parasal değeri
olmayan şeyler yasal olarak sahip olunabilen
ve alınıp satılabilen metalara dönüştürülür.
Yellowknives Dene (Sarıbıçak yerlilerinden) sömürge
karşıtı teorisyen Glen Coulthard, bunu
“kapitalist olmayan yaşam biçimlerinin kapitalist
biçimlere şiddetli dönüşümü” olarak tanımlıyor.
Büyük kuşatma, 15'inci yüzyılın sonunda,
İngiliz Avam Kamarasının dönümlük arazilerinin
parçalanıp ayrı ayrı toprak parsellerine dönüştürülmesiyle
ciddi anlamda başlamış oldu.
Bu, tesadüfen, İspanyol ve Portekizli
tüccarların yeni dünyayı istila ve
yağmalamaya başladıkları zamanlarda oldu.
Avrupalı yerleşimciler, sözde Amerika'daki
soykırımcı sömürgelerinin bir parçası olarak,
bu yeni özel arazi mülkiyet sistemini
Yerli halklara, insanların toprağa ait olduğu
çok farklı bir mülkiyet anlayışıyla dayattılar.
Aynı kolonyal metalaştırma süreci daha sonra
diğer insanlara uygulandı.
Sonraki yüzyıllar boyunca, Avrupalı köle
tüccarları milyonlarca Afrikalıyı kaçırdılar,
onları yasal menkul mal statüsüne indirgediler
ve devasa tarım arazilerinin sahiplerine
sattılar.
Bu çalınan topraktan ve emekten elde edilen
muazzam hacimdeki servet, ortaya çıkan
kapitalist sınıfın gücünü pekiştirdi ve sonraki
fetih savaşları için bir sıçrama tahtası olarak
kullanıldı.
Ve bu yeni Avrupa-Amerikan genişleme
dalgalarıyla birlikte, yeni toprakların kuşatılması,
yeni pazarların yaratılması ve kapitalist
sosyal ilişkilerin tüm dünyaya yayılması
geldi.
Yıllar içinde mülkiyet ve sahiplik
kavramları değişti.
Kapitalizm, sabit büyüme arayışında,
sürekli olarak kendini adapte etmek, çarpıtmak
ve yeniden icat etmek zorunda kaldı.
Kamuya ait şirketlerin, yatırım araçlarının
ve finansal borç araçlarının yükselişi ile
mülkiyet ilişkileri bulandırılırken, teknolojik
gelişmeler malların üretimi
ve nakliyesinde devrim yarattı.
Ve meta biçiminin mantığı, fikri mülkiyetten
genetik planlara ve bilginin kendisine kadar
yeni sınırları sömürgeleştirmeye devam etti.
Bu, akla gelebilecek neredeyse her şeyin
mülke dönüştüğü ve mülkiyete sahip olmanın
giderek küçülen, hayal edilemeyecek kadar
zengin bireylerden oluşan bir havuzun elinde
yoğunlaştığı bir dünya ile sonuçlandı.
Kaynakların küçük bir azınlık tarafından toplanması,
doğal yansımasını, dünyanın çoğunluğu arasında
sefil yoksulluğun patlayarak büyümesinde bulur.
Küresel Güney'de, petrol ve madencilik şirketleri,
tüm köyleri yerinden etmek için gecekondu mahallelerin,
yoksul kasabaların ve mega fakir semtlerin
nüfusunu doğal sınırlarının çok ötesine şişirirken
paramiliter ölüm mangaları kiralıyor.
Bu arada, sözde "gelişmiş dünyada", milyonlarca
insan evsizken, bu sayıdaki evlerin on katı boş duruyor,
emlak spekülatörleri ve kamu sektörü emeklilik
fonlarının yöneticilerinin sahip olduğu
yatırım ortaklıkları için sessizce değer kazanıyor.
Bu yerleşik eşitsizlik seviyeleri, devasa devlet
şiddeti uygulaması ve bu şiddetin ürettiği
içselleştirilmiş kolektif çaresizlik
duygusuyla destekleniyor.
Ancak bu kaderciliğin sınırları var ve
çoğu insan mülkiyet rejimini olduğu gibi görüyor
- sosyal bir savaş - ve buna göre hareket ediyor.
Dünyanın her yerinde anarşistler, boş binalara
girerek ve onları sosyal merkezlere,
toplu konut projelerine dönüştürerek kentsel
işgal hareketlerinin ön saflarında
yer aldılar.
Daha kırsal alanlarda, yerinden edilmiş
köylü toplulukları özel veya devlete ait arazileri
işgal etti ve tahliye edilme tehdidine karşı
birbirlerini desteklediler; Yerli gruplar silahlandı,
kalkınma projelerini durdurdu ve sömürgecileri
kendi topraklarından zorla çıkardı.
Anarşistler, sahte devlet kimlikleri, devlet para
birimi ve dünya çapında silahlı direniş hareketleri
için seyahat çekleri yaratarak sahtecilik
becerilerini
geliştirdiler.
Devrimci Mücadele'den Yunan yoldaşlar gibi
diğer anarşistler, devlete saldırılarını
finanse etmek için bankaları soyarak silahlı
kamulaştırma eylemleri gerçekleştirdiler.
Anarşist ekipler, marketleri bloke edip
içeri daldılar, tüm mahallelerini besleyecek kadar
yiyecekleri özgürleştirdiler, diğerleri ise
halk bahçeleri ve özerk parklar inşa etmek için
çitlerle çevrili arsalara girdiler.
Anarşizm mücadelesi, her şeyden önce, kapitalizmin
yabancılaşmış ve sömürücü toplumsal ilişkilerini
dayanışma ve karşılıklı yardımlaşmaya dayalı yeni
ilişkilerle değiştirme mücadelesidir.
Bu, hayatlarımızı metalaştırmadan kurtarmak ve iyi
yaşamak için ihtiyacımız olan tek şey anlamına gelir.
Müşterekleri geri almak demektir ... bizden
çaldıkları her şeyi geri almak...
Çeviri: Anarşist Akademi