Çok uzun bir zaman boyunca
aklımdan çıkmayan iki bilinmez vardı.
Bir türlü anlam veremiyordum
ve açıkçası, incelemekten de korkuyordum.
Birinci bilinmezim: 40 yaşındayım
ve hayatım boyunca her geçen yıl
Birleşik Devletler'de, Britanya'da
ve Batı'nın her bir yanında
ciddi depresyon ve anksiyete artışı var.
Ben de sebebini anlamak istiyorum.
Bu bize niçin oluyor?
Ne oluyor da her geçen yıl
daha çoğumuz günü atlatmakta
daha çok zorluk çekiyoruz?
Bunu anlama isteğim de
daha kişisel bir sebepten ileri geliyordu.
Daha bir gençken
doktora gittiğimi
ve ona içimden acı aktığını
hissettiğimi açıkladığımı hatırlıyorum.
Kontrol edemiyordum,
bunun niçin olduğunu da anlamıyordum,
bundan bir hayli utanıyordum da.
Doktorum da bana bir hikâye anlattı,
şimdi anlıyorum ki iyi niyetliymiş
ama çok basite indirgenmişti.
Tamamen yanlış değildi.
Doktorum dedi ki "İnsanların
niçin böyle olduğunu biliyoruz."
Bazı insanların kafasının içinde
kimyasal bir dengesizlik oluyor --
sen de onlardan birisin.
Yapmamız gereken şey sana ilaç yazmak,
kimsayal dengesizliği
normale döndürecektir.''
Ben de Paxil veya Seroxat diye
bir ilaç almaya başladım.
Farklı ülkelerde ismi farklı
ama aynı ilaç.
Çok daha iyi hissettim,
tam bir harekete geçiriciydi.
Ama çok geçmeden
o acı hissi geri gelmeye başladı.
Ve bana daha yüksek doz
vermeye başladılar,
ta ki 13 yaşında yasal olarak alabileceğim
en yüksek doza ulaşana kadar.
Bu 13 yıın büyük bir kısmında
ve özellikle de sonunda
büyük bir acı çekiyordum.
Kendime sormaya başladım,
''Burada neler oluyor?
Çünkü her şeyi, kültüre hâkim
kitaba göre yapıyorsun --
niçin hâlâ böyle hissediyorsun?''
Ben de bu iki bilinmezin
derinine inmeye başladım,
yazdığım kitap için
dünyanın dört bir yanına
büyük bir yolculuğa çıktım.
65 bin km seyahat ettim.
Dünyanın önde gelen uzmanlarıyla oturup
depresyon ve anksiyetenin nedenlerini
ve daha da önemlisi, çözümlerini
depresyon ve anksiyete geçirmiş
insanları araştırmaya koyuldum,
nerede ve ne koşulda olursa olsun.
Bu yolda tanıştığım harika insanlardan
inanılmaz şeyler öğrendim.
Ancak öğrendiklerimin temelinde şu var,
şu ana dek, depresyon ve anksiyetenin
dokuz farklı nedenine ilişkin
bilimsel kanıtımız var.
Bunların ikisi gerçekten de biyolojimizde.
Genleriniz sizi bu sorunlara karşı
daha hassas yapabiliyor
ama tabii kaderinizi yazmıyor.
Bir de depresyona girdiğinizde
içinden çıkmayı zorlaştıran
gerçek beyin değişimleri olabiliyor.
Ancak depresyon ve anksiyeteye
sebep olduğu kanıtlanan etkenlerin çoğu
biyolojik kökenli değil.
Yaşam şeklimizle ilgili etkenler.
Bunları anladığımız zaman
kimyasal antidepresanların yanında
insanlara sunulabilecek
bir dizi farklı çözüme kapı açılıyor,
Örneğin eğer yalnızlık çekiyorsanız
depresyona girme ihtimaliniz daha yüksek.
İşinizle ilgili hiçbir kontrolünüz yoksa
ve sadece söyleneni yapmak zorundaysanız
depresyona girme ihtimaliniz yüksek.
Doğal hayatın içine çok nadir giriyorsanız
depresyona girme ihtimaliniz yüksek.
Tek bir şey, öğrendiğim depresyon
ve anksiyete sebeplerini birleştiriyor.
Hepsini değil ama pek çoğunu.
Burada hepimiz doğal
fiziksel ihtiyaçlarımız olduğunu biliyor.
Buna şüphe yok.
Yiyeceğe, suya ihtiyacımız var,
sığınacak bir eve, temiz havaya.
Bu şeyleri elinizden alırsam
çok hızlı bir şekilde sorun yaşarsınız.
Ancak aynı zamanda,
her bir insanın
doğal psikolojik ihtiyaçları da var.
Bir yere ait olduğunuzu hissetmeniz lazım.
Hayatınızın anlamı ve bir amacı olduğunu.
İnsanların sizi fark ettiğini
ve size değer verdiğini.
Ulaşılabilir bir geleceğiniz
olduğunu hissetmelisiniz.
Yarattığımız bu kültür
pek çok şeyde çok iyi.
Pek çok şey geçmişe kıyasla
iyiye gidiyor da.
Hayatta olmaktan mutluyum.
Ancak o derinlerde yatan
psikolojik ihtiyaçları karşılamada
giderek daha başarısız hâle geliyoruz.
Bu elbette tek sorun değil
ama bu krizin durmak bilmeden artmasında
önemli bir rol oynadığı kanısındayım.
Bunu kabul etmekte zorluk çektim.
Depresyonu, beynimdeki bir sorundan
yaşam şeklimiz de dâhil pek çok etkene
bağlama fikrini çok ölçüp tarttım.
Ve bir gün Güney Afrikalı psikiyatrist
Dr. Derek Summerfield'le tanışınca
bu fikir gözümde şekillenmeye başladı.
Harika bir adam.
Dr. Summerfield
2001 yılında Komboçya'daydı,
ülkenin vatandaşlarına ilk kez
kimyasal antidepresanları tanıtıyordu.
Kamboçyalı yerel doktorların
bu ilaçlardan haberi yoktu.
Merak içindeydiler.
O da açıkladı.
Onlar da dedi ki,
"Bunlara ihtiyacımız yok,
bizim zaten antidepresanlarımız var."
Summerfield "Nasıl yani?'' dedi.
Bitkisel bir tedaviden
bahsedeceklerini sanıyordu,
St. John's Wort bitkisi,
gingko biloba gibi bir şeyden.
Ama onlar bir hikâye anlattılar.
Halkları içinde pirinç tarlalarında
çalışan bir çiftçi varmış.
Bir gün ABD ile yaşanan savaştan
kalan bir mayın tarlasına basmış
ve bacağını kaybetmiş.
Bacak protezi yapılmış
ve bir süre sonra pirinç tarlalarında
çalışmaya geri dönmüş.
Ama görünen o ki protez bir bacakla
su içinde çalışmak çok acı veriyor.
Onun için de bacağını kaybettiği yerde
yeniden çalışmak çok travmatik olmalıydı.
Adam her gün ağlamaya başlamış,
yataktan çıkmıyormuş,
tüm klasik depresyon semptomları varmış.
Kamboçyalı doktor dedi ki
"İşte bu noktada ona antidepresan verdik."
Dr. Summerfield da
''Ne verdiniz?'' diye soruyor.
Yanına gidip onunla oturduklarını,
onu dinlediklerini anlatmışlar.
Acısının anlamlı olduğunu --
depresyon mücadelesinde bunu göremediğini
ama aslında hayatında
tamamen anlaşılır nedenler olduğunu.
Halktaki insanlarla konuşan
doktorlardan biri şunu fark etmiş,
''Eğer biz bu adama bir inek alsaydık
mandıra çiftçisi olabilirdi,
pirinç tarlalarında çalışmaya dönüp
onu yiyip bitiren bu duruma da düşmezdi.''
Ve ona bir inek alıyorlar.
İki hafta içinde adam ağlamayı bırakıyor.
Bir ay içinde de depresyondan kurtuluyor.
Dr. Summerfield'a dediklerine göre
''Bakın doktor, o inek...
İşte o inek bir antidepresandı.
Demek istediğiniz bu değil mi?''
(Gülme sesleri)
(Alkışlar)
Depresyona benim yetiştirildiğim
bakış açısıyla bakıyorsanız
ki çoğumuz öyledir,
bu bir eşek şakasına benzemiyor mu?
''Antidepresan için bir doktora gittim
ama o bana bir inek verdi.''
Ancak o Kamboçyalı doktorlar
içgüdüsel olarak biliyorlardı ki
bu bireyden yola çıkarak
bilimsel olmayan bu anekdot
bugün dünyadaki
tıp camiasına yön veren şey,
Dünya Sağlık Örgütü'nün
eldeki en iyi bilimsel kanıta dayanarak
yıllardır bize anlatmaya çalıştığı şey.
Depresyondaysınız,
anksiyete hâlindeyseniz
zayıf ya da aklınızı kaçırmış değilsiniz,
parçaları bozulmuş bir makine değilsiniz.
İhtiyaçları karşılanmamış bir insansınız.
Bu Kamboçyalı doktorların
ve Dünya Sağlık Örgütü'nün söylemedikleri
şeyleri de hesaba katmak önemli.
O çiftçiye şöyle söylemediler:
''Hey dostum, kendini toparlaman gerek.
Bu sorunu kendi başına
anlayıp çözmen lazım.''
Tam aksine, şunu söylediler:
''Burada hepimiz senin
toparlanman için yanındayız.
Bu sorunu birlikte anlayıp çözebiliriz.''
İşte depresyondaki
bir insanın ihtiyacı olan şey bu.
Depresyonda olan herkesin
hak ettiği yaklaşım bu.
Birleşmiş Milletler'de
önde gelen doktorlardan biri
iki yıl önce, 2017 yılında
Dünya Sağlık Günü resmi açıklamasında
kimyasal dengesizlikler
hakkında daha az tartışıp
yaşam şeklimizdeki dengesizlikleri
daha çok tartışmalıyız demişti.
İlaçlar kimilerini gerçekten rahatlatıyor,
bir süre için beni de rahatlattılar
ama tam da bu sorun biyolojinin
çok daha derininde olduğu için
çözümlerin de aynı ölçüde
derine inmesi lazım.
Bunu ilk öğrendiğimde
şöyle düşündüğümü hatırlıyorum,
''Pekala, tüm bilimsel kanıt ortada,
bir yığın çalışma da okudum,
bunu açıklayan bir dizi uzmanla da
görüşmeler yaptım.''
Ama hep şunu düşündüm,
''Bunu nasıl yapabiliriz?''
Bizi depresyona sokan şeyler
vakaların çoğunda bu Kamboçyalı çiftçinin
başına gelenlerden çok daha karmaşık.
Bu görüşü benimsemek için
nereden başlamalıyız?
Ama sonra kitabım için
dünyanın her yerine yaptığım o yolculukta
Sydey'den San Fransisco'ya, Sao Paulo'ya
tam tamına bunu yapan insanlarla tanıştım,
Depresyon ve anksiyetenin
derin nedenlerini anlayan
ve gruplar hâlinde bunları çözen
insanlarla tanıştım.
Tanıştığım ve kitabımda yazdığım
tüm o harika insanları anlatamam,
depresyon ve anksiyetenin
öğrendiğim tüm dokuz nedenini de
çünkü on saatlik bir TED konuşması
yapmama izin vermezler.
Şikayetlerinizi onlara bildirin.
Ama iki nedene yönelmek
ve bu nedenlerden ortaya çıkan
sonuçlardan ikisini anlatmak istiyorum.
Birincisi.
İnsanlık tarihinin en yalnız toplumuyuz.
Amerikalılara şunu soran
yeni bir çalışma vardı:
''Artık kimseye yakın olmadığınız
hissine kapıldığınız oluyor mu?''
İnsanların %39'u
bunun onları tanımladığını söyledi.
"Artık kimseye yakın olmama."
Yalnızlığın uluslararası ölçümlerinde,
Birleşik Krallık ve Avrupa'nın kalanı
ABD'nin hemen arkasında,
aranızda kibirlenen varsa...
(Gülme sesleri)
Dünyanın önde gelen yalnızlık
uzmanlarıyla bu konuyu masaya yatırdım,
Profesör John Cacioppo isminde
Chicago'da inanılmaz bir adamla da.
Çalışmasının bize sunduğu
bir soruyu çok düşündüm.
Profesör Cacioppo şunu sordu,
''Niçin varız?
Niçin buradayız, niçin hayattayız?''
Bir öbemli sebebi şu ki
Afrika savannalarındaki atalarımız
bir şeyde çok iyiydiler.
Zamanın çoğunda yere serdikleri
hayvanlardan daha büyük değillerdi,
onlardan daha hızlı da değillerdi
ama grup kurmakta
ve iş birliği yapmakta çok iyilerdi.
Bizim tür olarak süper gücümüz bu.
Bir araya geliyoruz,
tıpkı bir kovanda yaşamaya
evrilen arılar gibi
insanlar da kabile hâlinde
yaşamaya evrildi.
Ve biz kabilelerimizi dağıtan
tarihteki ilk insanlarız.
Bu da çok kötü hissetmemize neden oluyor.
Ama böyle olmak zorunda değil.
Kitabımdaki hatta hayatımdaki
kahramanlardan biri,
Sam Everington adındaki doktor.
Uzun yıllar yaşadığım Doğu Londra'nın
yoksul bir kısmında pratisyen.
Sam halinden hiç de memnun değildi
çünkü aşırı depresyon ve anksiyete
sebebiyle gelen çok hastası vardı.
Benim gibi o da kimyasal
antidepresanlara karşı değil,
bazı insanları rahatlattığı kanısında.
Ancak iki şeyi görebiliyordu.
Bir, hastaları çoğu zaman tamamen
makul nedenlerden ötürü depresyondaydı,
yalnızlık gibi.
İki, ilaçkar bazı insanları rahatlatsa da
çoğu insanın sorununu çözmüyordu.
Altta yatan sorunu.
Bir gün Sam farklı
bir yaklaşımda karar kıldı.
Hastaneye Lisa Cunningham adında
bir kadın geldi.
Lisa'yla daha sonra tanıştım.
Lisa 7 yıldır ağır depresyon ve anksiyete
sebebiyle evinde dışa kapalı yaşıyordu.
Sam'in hastanesine geldiğinde
ona söylenen şey şu oldu;
''Endişelenme.
Yine bu ilaçları yazacağız
ama ayrıca bir şey daha yazacağız.
Haftada iki kez buraya geleceksin,
depresyon ve anksiyeteli bir
hasta grubuyla tanışacaksın,
ne kadar zor durumda olduğunu değil
birlikte anlamlı ne yapabileceğiniz
hakkında konuşacaksınız,
böylece yalnızlık çekmeyecek
ve hayat amaçsız gibi hissetmeyeceksiniz."
Bu grup ilk bir araya geldiğinde
Lisa anksiyete sebebiyle kusmaya başladı,
bu, onun için çok fazlaydı.
Ama diğerleri ona destek oldu,
grup konuşmaya başladı,
''Nasıl yardımcı olabiliriz?''
Bunlar şehirden,
benim gibi Doğu Londra insanları.
Bahçecilik hakkında bir şey bilmiyorlardı.
Bahçecilikle uğraşma fikri ortaya attılar.
Doktor odaları arkasında boş alan vardı.
Orayı bahçe yapmayı düşündüler.
Kütüphaneden kitaplar aldılar,
YouTube videoları izlediler.
Ellerini toprağın içine soktular.
Mevsimlerin ritmini öğrenmeye başladılar.
Doğaya maruz kalmanın
çok güçlü bir antidepresan olduğuna dair
çok sayıda kanıt var.
Ama onlar daha önemli
bir şey yapmaya başladılar.
Bir kabile kurmaya başladılar.
Bir grup kurmaya başladılar.
Birbirilerini önemsemeye başladılar.
Eğer birisi o gün gelmediyse
diğerleri hemen onu arayıp
iyi olduğundan emin oluyordu.
O gün canını sıkan şeyin
ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
Lisa'nın bana söylediği,
''Bahçe çiçeklenmeye başladıkça
biz de çiçek açmaya başladık.''
Bu yaklaşıma sosyal reçete deniyor.
Avrupa'nın her yerine yayılıyor.
Küçük ama giderek önem kazanan
bir dizi kanıta göre
bu, depresyon ve anksiyetede
gerçek ve anlamlı düşüşler yaşatabilir.
Bir gün, Lisa ve depresyondan kurtulmuş
arkadaşlarının inşa ettiği o bahçede
öylece durduğumu hatırlıyorum --
gerçekten çok güzel bir bahçeydi.
Şöyle düşünmüştüm,
Avustralya'da Hugh Mackay adında
bir profesörden esinlenmiş.
Şunu düşündüm, bu kültürde
insanların morali bozuk olduğunda
onlara söylediğimiz şey --
ki bunu hepimiz söylemişizdir --
''Sadece kendin olman lazım.''
Ama anladım ki
asıl söylememiz gereken şey
''Sen olma.
Kendin olma.
Biz ol, bizimle ol.
Bu grubun bir parçası ol.''
(Alkışlar)
Bu sorunların çözümü
ayrı bir birey gibi bir köşeye,
kaynaklarımızın içine çekilmek değil.
Zaten bizi bu krize sokan şey kısmen bu.
Sizden daha büyük bir şeyle
yeniden bağlanmak.
Sizlerle konuşmak istediğim
diğer depresyon ve anksiyete
sebeplerinden biri de buraya çıkıyor.
Hepimiz biliyoruz ki
hazır yiyecekler beslenmemizi ele geçirdi
ve bizi fiziksel olarak hasta ediyor.
Bunu bir üstünlük duygusuyla söylemiyorum,
ben de bu konuşmadan
hemen önce McDonald's'daydım.
Hepinizin o sağlıklı TED kahvaltısından
yediğini gördüm ve bana göre değil dedim.
Ama hazır yieyeceklerin bizi
ele geçirmesi ve hasta etmesi gibi
hazır değerler de aklımızı ele geçirerek
bizi mental olarak hasta ediyor.
Binlerce yıl boyunca
filozoflar şunu söyledi,
Hayatın para, statü ve hava atmaktan
ibaret olduğu kanısındaysanız
rezil bir durumda hissedersiniz.
Bu, Schopenhauer'den tam bir alıntı değil
ama söylediklerinin özü.
Ama garip olan, neredeyse kimse
bunu bilimsel olarak araştırmadı,
ta ki tanıştığım olağanüstü insan
profesör Tim Kasser'a kadar,
kendisi Illinois'de Knox College'de
ve 30 yıldır bu konuda araştırma yapıyor.
Araştırması birkaç önemli
noktaya değiniyor.
İlki, kederden kurtulmak için
daha iyi bir hayatı satın alabileceğinize
ne kadar inanıyorsanız
depresyona ve anksiyeteye
yakalanma olasılığınız daha fazla.
İkincisi, bir toplum olarak
bu inançlarla yaşar hâle geldik.
Tüm hayatım boyunca
reklam, Instagram ve benzeri
her şeyin yükü altında olduk.
Ben de buna biraz kafa yordum.
Doğduğumuzdan beri bu şekilde
beslendiğimizi fark ettim, ruh için KFC.
Mutluluğu hep yanlış yerlerde
aramak için eğitildik
ve nasıl hazır yiyecekler
beslenme ihtiyaçlarımızı karşılamıyor,
bir de üstüne bizi hasta ediyorsa
hazır değerler de aynı şekilde
psikolojik ihtiyaçlarımızı karşılamıyor
ve güzel bir hayattan bizi uzaklaştırıyor.
Profesör Kasser'le ilk zaman geçirip
bunu öğrendiğimde
pek çok duyguyu bir arada hissettim.
Çünkü bir yandan
bu konu zor bir konuydu.
Kendi hayatımda da sık sık
moralim bozuk olduğunda
birtakım göstermelik, dış çözümle
sorunuma çare bulmaya çalışmıştım.
Bunun bende
niçin işe yaramadığını anlıyordum.
Bir de şunu düşündüm,
bu çok bariz değil mi?
Hatta ne kadar basmakalıp.
Şimdi buradaki kimse ölüm döşeğinde
aldıkları ayakkabıları veya kaç kez
retweet'lendiklerini düşünmeyecek,
hayatınızda edindiğiniz sevgiyi
ve kurduğunuz bağları düşüneceksiniz.
Bunun klişe gibi olduğunun farkındayım.
Ama profesör Kasser'le
konuşmalarımda hep şunu sordum
''Niçin bu tuhaf ikililiği hissediyorum?''
O da diyordu ki ''Bir ölçüde
bunları hepimiz biliyoruz.
Ama bu kültürün içinde
bunlarla yaşamıyoruz.''
Bunları o kadar iyi biliyoruz ki
klişe olmuşlar.
Ama onlarla yaşamıyoruz.
Kendime sorup durdum,
neden böylesi derin bir şeyi biliyor
ama uygulamıyoruz?
Bir süre sonra
profesör Kasser bana dedi ki
"Çünkü hayatta önemli olan şeyleri
görmezden gelmemize sebep olan
bir makine içinde yaşıyoruz.''
Bunu epey düşünmem gerekti.
"Çünkü hayatta önemli olan şeyleri
görmezden gelmemize sebep olan
bir makine içinde yaşıyoruz.
Profesör Kasser'in de istediği
bu makineyi bozup bozamayacağımızdı.
Buna yönelik çok sayıda araştırma yaptı.
Bir örnek vereceğim
ve herkesi bunu aile ve arkadaşlarıyla
denemesini rica ediyorum.
Nathan Dungan isimli biri de dâhil,
bir grup genç ve yetişkini
belli bir süre bir araya getirip
bir dizi oturum düzenledi.
Bu grubun amaçlarından biri
insanların hayatlarında gerçekten anlam
ve amaç buldukları bir anı düşünmekti.
Farklı insanlar için
farklı anlar paylaşıldı.
Kimi için müzik çalmak,
yazmak, birine yardım etmek --
Buradaki her şey
bir şey tasvir edebiliyor sanırım.
Amaçlardan biri de
insanlara şunu sordurmaktı:
"Hayatınızın çoğunu, bu anlam
ve amaç dolu anları takip etmeye
ve daha azını ihtiyacınız olmayan
şeyleri satın almaya,
sosyal medyada paylaşım yapıp
insanları kıskandırmaya
nasıl adayabilirsiniz?
Bulguları şöyleydi,
sadece bu toplantılar...
aslında aşırı tüketicilik için
bir Adsız Alkolikler toplantısı gibi.
İnsanları bu toplantılara teşvik etmek,
bu değerleri öne çıkarmak,
harekete geçirmek
ve birbirimizden destek almak
insanların değerlerinde
kayda değer bir değişim yarattı.
Onları bu depresyon yaratan
mesajlar kasırgasından,
mutluluğu yanlış yerde arama
eğiliminden uzaklaştırdı
ve bizi depresyondan çıkaran daha anlamlı
ve yepyeni değerlere yakınlaştırdı.
Ancak gördüğüm ve yazdığım tüm çözümler,
ki burada çoğundan bahsedemiyorum,
hep şunu düşündüm,
Bu yaklaşımları fark etmem
niçin bu kadar uzun sürdü?
Çünkü bunu insanlara açıkladığınızda
bazıları daha karışık ama hepsi değil --
bunu insanlara açıkladığınızda...
çok da anlaması güç bir şey değil.
Hepimiz bir ölçüde bunların farkındayız.
Bunu kavramak niçin bu kadar zor olsun?
Bence çok sebebi var.
Ama bir tanesi şu ki
depresyon ve anksiyetenin...
...aslında ne olduğu hakkındaki
düşünce şeklimizi değiştirmemiz gerek.
Depresyon ve anksiyeteye sebep olan
çok gerçek biyolojik etkenler var.
Ancak biyolojiyi
tek sorumlu olarak görürsek,
benim yaptığım gibi
ve aslında kültürümüzün hayatımın
çoğunda yaptığı gibi,
o zaman insanlara ima ettiğimiz şey,
kimsenin niyeti öyle değildir
ama gerçekten şunu ima ediyoruz ki
''Senin acın hiçbir şey ifade etmiyor.
Bu sadece bir arıza.
Bir bilgisayar programının
hata vermesi gibi,
kafanda bir kablo problemi sadece.''
Ben depresyonun bir arıza
olmadığını fark edene kadar
hayatımı değiştirmeye başlayamadım.
Bu bir sinyal.
Depresyonunuz bir sinyal.
Size bir şey söylüyor.
(Alkışlar)
Böyle hissetmemizin sebepleri var
ve depresyonun pençesindeyken
bunları görmek çok zor --
Kişisel tecrübem sayesinde
bunu çok iyi anlıyorum.
Ancak doğru yardımla
bu sorunları anlayabilir
ve bu sorunları birlikte düzeltebiliriz.
Ancak bunu yapmak için
ilk adım bu sinyallerin
üzerini kapamayı bırakmak,
bunların bir zayıflık, çılgınlık ve sadece
biyolojik olduğu söylemeyi kesmek,
bu çok az sayıda insan için geçerli.
Bu sinyallere kulak vermemiz gerek
çünkü gerçekten de duymamız gereken
bir şeyler söylüyorlar.
Sadece gerçekten
bu sinyallere kulak verdiğimizde
ve onları hesaba kattığımızda
ve onlara saygı duyduğumuzda
bizi özgür kılan, yeni ve daha derin
çözümlere kapı açacağız.
İnekler her bir yanda bizi bekliyor.
Teşekkürler
(Alkışlar)